26 Ocak 2011 Çarşamba

HALK BUNU İSTİYOR!

Yüzde 1500 iddiasına varım ki halk ne istediğini bilmiyor. Ya da yüzde 1 milyon iddiasına girerim ki birileri halkın ne istediğini bilmiyor. Peki bu ülkede halk ne için var? Bilmek için mi bilmemek için mi? İşte bütün mesele bu.

Bence halk bile isteye razı ortada olup bitenlere. Hem sabahları başlayıp akşamlara kadar devam eden kadın programlarını günde 7000 kere RTÜK’e şikayet ediyorlar, hem de haftanın 8-9 günü(!) bu programları reyting şampiyonu yapıyorlar. Ortada böyle bir çelişki varsa, halk ne istediğini bilmiyor demektir.

Bir mankenimi gitmiş doktordan bekaret raporu  almış. Koskoca kız ayol! İnsan azıcık yetişkin gibi düşünür. Gidip çocuklar gibi rapor elinde, basına açıklama yapılır mı? Ne için yaptığı da belli değil. El değmemişliğini ispatlamak için mi yoksa biri şarkıcı biri manken olan eski sevgililerinin aseksüel olduğunu ispatlamak için mi, anlamadım. Ama bir de gidip zeka testi yaptırsaydı bulmacanın parçaları yerine oturabilirdi. Onu bunu geçin, bu kız raporu aldıktan sonra defilelerin, magazin programlarının aranan yüzü oldu. Demek ki halk bunu istiyor!

İnsanlar artık hiçbir iş yapmadan çuvalla para kazanan ve başkalarının insani duygularını sömürüp onları sıkılmış limona benzeten kimselerden bıktı. Ünlülerin rol icabı ekranlarda kavga etmesi, ağlaması falan aynen öyle. Aptal olduk yahu. Hangisi gerçek aşk, kim kızgın kim üzgün belli değil. Aziz Nesin yaşasa ne derdi bu aptallığa? Herkesin yaka silktiği bu programlar hala niye yayınlanıyor o zaman? Demek ki halkın ne istediğini birileri bilmiyor.

Çok ünlü bir sunucu, programında genç kızların, kadınların önünde bir erkeğin donunu indirip sonra ekranlara geri dönüyorsa o zaman birileri ne istediğini şaşırmış demektir.

Bizde niye her kutlamada, törende, resmi geçitte falan “Atatürk’ün açtığı yolda laik cumhuriyeti yaşatacağız…” gibi şeyler söylenir? Zaten laik ve demokratik bir ülkede yaşamıyor muyuz? Ne gerek var ki bunları tekrarlamaya? Hadi cumhuriyet dönemi öncesi falan olsa neyse de, kim cesaret edebilir ki bizim devlet yapımızı bozmaya, yıkmaya? Hangi çılgın bize zincir vurabilir ki? Ama hala yıllardır aynı terane. Millete bunu ezberletip laiklik, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramların kafalarda anlamsız hale gelmesine yol açtılar. Ama inatla bu tutum sürüyor. Niye? Halk bunu istiyor.

Türkiye, çok çalışarak az para kazanılan ülkelerden. Refah devletlerinde haftada 5 gün, günde 8 saat mesai yapılıyor, onun da her gün 1 saati yemekle geyikle geçiyor; asgari ücret bizimkinin en az iki katı. Ama, işsiz kalma korkusuyla kimse de gidip düşük ücretle sigortasız çalışmaya, gecesini gündüzünü işin evermeye razı olmuyor. Bizde ne oluyor? İş elden gitmesin diye herkes köşeye sinip patronun daha fazla çalıştırmasına, maaşı geciktirmesine, zam yapmamasına göz yumuyor. Hem o kadar şikayet ediliyor bu durumdan, hem de işverenlerin korkusu yok. Niçin? Çünkü halk bunu istiyor.

Ekonomi stabil deniyor, enflasyon düşmüş gibi görünüyor ama alım gücümüz hala aynı. Kredi kartı borçluları neredeyse vatan haini ilan edilecek. Yurt dışına çıkışları yasaklanıyor. Suçsuz insanlar borçları yüzünden intihar ediyor, maşaallah kimsenin bu vaziyete sesi çıkmıyor. Dünyanın başka yerlerinde halklar haftada bir gün havayı suyu bahane edip greve gidiyor. Bizde hakkını aramaya kalkanı daha baştan ispiyonlayıp “anarşit” ilan ediyorlar. Ola ki greve, eyleme gidilirse adamı fişliyorlar. Yani hakkını aramak yasak. Sonra da politikacılar çıkıp ülkemizde işlerin  tıkırında gittiğinden bahsediyor. “Halkın sesiyiz, sizin için varız, sizler için çalışıyoruz” diyor. Fakat bir vatandaş bile durumdan memnun olduğunu beyan edemiyor. Niye kine? Çünkü halkın ne istediğini soran yok.

Hatırlar mısınız, ABD’nin birkaç sene önce istifa eden savunma bakanı Rumsfeld, Irak’ta olduğu iddia edilen kimyasal silahlar bulunamayınca ne demişti? “Biliyoruz ki, bildiğimizi şeyler var. Bilmediğimizi bildiğimiz şeyler de var. Ayrıca bilmediğimizi bildiğimiz bildiklerimiz var”. Ya! Ben de şimdi aynı fikrideyim. Bence bildiklerimizi biliyoruz da bilmezden geliyor, birbirimizin bilmediğini sanıyor ve bilip bilmediğimizden emin olmayarak yaşıyoruz. Neden mi? Çünkü halk bunu istiyor!

2006'dan...

23 Ocak 2011 Pazar

YAPARSAK BÖYLE KAZA YAPARIZ

“Yozgat’ın Çekerek ilçesinde iki otomobilin çarpışması sonucu meydana gelen trafik kazasında çoğu çocuk 15 kişi yaralandı. Yaralılardan ikisinin durumu ağır...”
“Karaman’da üç tekerlekli motosikletin kanala yuvarlanması sonucu 8 kişi yaralandı. 3 kişinin sağlık durumu ciddiyetini koruyor...” (Nisan 2007 tarihli haberler)

Yazıma böyle 3. sayfa haberleriyle başladığım için üzgünüm ama sosyoloji okumuş biri olarak kazaların analizini yapmazsam ayıp olur takdir edersiniz ki!

Yıllardır ne zaman trafik kazası haberlerini okusam hep bir şey dikkatimi çeker: Şehirler arası yollardaki kazalara (yani meskun mahal dışındaki) nedense 7-8 kişi binilmiş araçlar karışır. Normalde bir araç en fazla 5 kişi alır ki o da şehirler arası seyahat için aşırı bir sayıdır, zira arka koltuktakiler rahatsız bir şekilde yolculuk etmek zorunda kalırlar. Yani kısaca, adam olan uzun yola 4 kişi çıkar! Bense ne zaman uzun yolda çoluk çocuk 7-8 kişi binilmiş bir Toros görsem aklıma bu 3. sayfa haberleri gelir ve “işte kaza böyle geliyorum der”, diyorum kendi kendime.

Düşünsenize, sürücü koltuğundasınız ve arabaya o kadar yolcu doldurduğunuz için koltuğunuz iyice sıkışmış; rahatsızsınız. İçeride sizden başka 7 kişi daha var ve yanınızdaki “Bacanak, sen de acemiymişsin ha! Vites değiştirirken ayağını debriyajdan çabuk çektin” derken, arka koltuktaki eşiniz “Ay İsmet yavaş sür! Arabada 4 tane çocuk” var diyecek. Ve tabi ki çocuklar da arkadan “Baba, şu önümüzdeki kamyonu geçelim” diye iddialaşacak veya “İsmet amca, bu ne işe yarıyoo?” diye sorup ta  arka koltuktan kolunu konsola uzatıp ne işe yaradığını bilmediği nesneyi alacak ve sizi çileden çıkaracak. Siz de o esnada “Dur aman! Debriyaj, kamyon, hız, o ne işe yarıyo ulan!”, derken dikkatiniz dağılacak ve gözünüzü ya hastanede ya da, Allah korusun, öbür tarafta açacaksınız.

Gelelim şu motosiklete 8 kişi binilmesi olayına:

Hadi arabaya 8 kişi binilir. Dört noktadan geçen düzlem mi geniştir, yoksa üç noktadan mı? Elbette ki dört noktadan... Yani dört tekerli bir araç 8 kişiyi gösteri amaçlı da olsa taşır ancak yanına kasa eklenmiş bir motora 8 kişi binmenin espirisi nedir, onu anlamış değilim henüz. Yani amaç toplu intihar girişimi mi? Yoksa “Biz evellallah ekonomi yapar, kimseyi yolda bırakmayız! Hanım, sen ufak oğlanla kızı kucağına al, ben de babamı tepeme oturturum. Motoru da büyük oğlan kullansın” mantığı mı? Şahsen kazaya karışmış motorun sürücüsünden beni tatmin edecek bir cevap bekliyorum. (Kendisi ne durumda acaba şu an?)

Biliyorum, “Kazayla da dalga geçilir mi?” diye soruyorusnuz bana ve kızıyorsunuz. İstediğiniz kadar kızın. Bir batında yedi can verecek kadar ekonomi yapacağımıza arabaya 4 kişiden fazla binmeyelim ki hiç değilse şöförün dikkati dağılmasın; biz de güvenli ve konforlu bir seyahat yapalım. Ülkemizde insan hayatının kıymeti gerçekten yok. Motorlu taşıtlar oyuncak olarak görülüyor besbelli. “Yahu bacanak, biz sizin arabayla gelmeyelim, 8 kişi arabanın altı yere değer; hem benzini yer, yokuş yıkarı çekmez, hem de sığamayız o kadar adam. Rahat edemeyiz”, diyeceğimize “Doldur doldur!  Benim araba canavar gibi. Alır 8 kişiyi. Olmadı, çocukları bagaja oturtur, çantaları tepeye bağlarız” dediğimiz için işte yollar böyle kan gölü. Her yıl ortalama 3500 kişi trafik kazalarında can veriyor. Resmen savaş! Amerika’nın Mart 2003’ten bu yana Irak’ta ölen asker sayısı kadar biz bir yılda kurban veriyoruz bu teröre.

Tedbirsizliğimize, umursamazlığımıza, “bizim başımıza gelmez” veya “kader buysa kaçılmaz” inancına o kadar alışmışız ki, yaşamlarımızı ölüme adamışız artık. Hiçbir şey umurumuzda değil. Devletin yaptığı yollara buluyoruz kabahati ya da karşıdan gelen sürücüye.

Böyle spesifik bir örnekle daldım konuya ama, 3. sayafalardaki kaza haberlerinden yaptığım gözlem, kazanın “geliyorum” dediğini ve sayısal bir hata yaptığımızı, Azrail’e davetiyeyi elden verdiğimizi gösteriyor. Üstelik bu, anlamsız terörün sadece bir nedeni. Yaptığımız hata o kadar fazla ki...

Kazasız günler...

19 Ocak 2011 Çarşamba

KAPI DUVAR


Upuzun bir yolda yürüyordum. Geniş, kocaman, ağaçlık yolda… Güneşin boylu boyunca aydınlattığı… Sağlı sollu süslü binaların ve kapılarının sıralandığı yolda… Kimi kapı kocaman, kimi küçüktü. Kimi aydınlık bir avluya açılıyordu, kimi karanlıklara. Kiminin ardındaki yapı köhneydi, kimininki yepyeni. Kimi kapı kendiliğinden açılıyordu bana, kimi anahtarını bulmam için oyun yapıyordu. Ama ben yürümeye devam ediyordum.

Bir kapının önünde bir süre durmuştum aslında. Tam içeri girecekken yüzüme kapanıverdi. Anahtarı yere düştü, kapının altından içeri kaydı, geri alamadım. Parmaklarımın ucundan son anda kaçırdım. Çok uğraştım kapıyı yeniden açabilmek için, ama nafile. Kapı kararlıydı bir daha açılmamaya. Ben de yola devam etmeye karar vermiştim. O varaklı, taptaze cilalı ve geniş kapıyı ardımda bırakarak…

Derken, karşıma o kapıya çok benzeyen bir başkası çıktı. “Acaba ben bir dairenin etrafında mı yürüyorum, aynı yere mi geldim?” dedirtecek benzerlikte… Önünde durdum bir süre emin olabilmek için. Aynı kapı olmadığından emin olabilmek için… Değildi. Ardındaki yapı daha büyük, gösterişli, daha eski ama sağlamdı. Evet, çok benziyordu eski kapıma, ama kesinlikle ondan farklıydı. Ardındaki binanın heybetinden, nefes kesici güzelliğinden anladım farkı.

O upuzun yolda, başka kapıların önünden geçmek varken, durup bu benzerliği izlemeye başladım hayretler içerisinde. Ve daha önce görmediğim, diğer kapıda olmayan olağanüstü güzellikteki detayları… Altın sırmaları, çiçekli işlemeleri, zanaatkarın parmak izini, kilidin parlaklığını hayranlıkla izledim. Ve bir adım geriye gidip binanın güzelliğine baktım. Sonra camlardan içeri kaydı gözüm ve şevkimi kıran bir şey gördüm: Kapının arkası duvardı. Evet, heybetli bir bina yükseliyordu ardında, ama kapının iç tarafına duvar örülmüştü. Pencerelerin içine bakınca, duvar çok net görülüyordu.

Üzgün bir şekilde kapıya bakmayı sürdürdüm. Hayranlıktan gözümü alamıyordum. O geniş yolda sıra sıra kapılar dizilmiş, güneş ışığında parlıyor ve beni çağırıyordu ama ben o binanın gölgesinde durmuş, o süslü dev kapıyı izliyordum. O kadar şaşkınlıkla ve hayranlıkla seyrediyordum ki, kapının anahtarı çıkıverdi hemen altındaki boşluktan. Çıktı ve ışıklar içinde parlayarak avcuma kondu. Artık, elimde parlıyordu altın anahtar, gölgede olmama rağmen ışıl ışıldı avcumda.

Tekrar kapıya baktım, sanki rüzgarda bir fısıltıydı beni çağıran sesi. Yaklaştım, daha da yaklaştım. Tam önünde durdum kapının. Anahtarı deliğe doğru uzattım, kilide taktım. Ama çevirmedim. Çevirmiyorum. Çevirmeyeceğim.

İstesem kapıyı açardım şimdiye kadar. Beni çağıran fısıltısını hayal meyal işitmeme rağmen… Ama arkasındaki duvarı görmek istemiyorum. Şevkimi kıran, içeri girmemi imkansız hale getirecek o kapıyı açıp da, kapının eşsiz güzellikteki manzarasından etmek istemiyorum kendimi. Kapı kapalıyken daha güzel. Onu seyretmesi, açmaktan ve duvara bakmaktan daha güzel. O kalın duvara bakacağıma, kapıya bakarım daha iyi.

Aslında, istesem duvarı da yıkarım. İstesem, hiç durmaksızın yumruklayarak dayanıklılığını azaltır, uzunca bir süre sonra üstünde delik açılmasını sağlarım. Ama bana ne faydası olur? İçeri giremem ki. Ya da istesem, elime balyoz alıp yerle bir ederim o duvarı. İçeri girebileceğim kadar yer açarım kendime. Ama kapıya da zarar veririm. O güzelliği, o zarafeti bozulur, o zaman ne anlamı kalır içeri girmenin? Kapı geri kapanmadıktan sonra… Hem kim ister enkazın içinde oturmayı?

Tek çarem, kapının, o duvarı kendi isteğiyle tamamen yok etmesi. O kapıda öyle bir irade var ki, istese o duvarı, arkasında en ufak bir toz zerresi bile kalmadan yok eder, ben de sağsalim içeri girip kapıyı kapatır, o görkemli yapının içinde bir ömür yaşarım. Ama ben kapıyı açmadığım sürece, o kapı o iradeye sahip olmayacak. Kapıyı açsam bile, isteyemem duvardan kurtulmasını. Belli ki bir bütün olmuşlar, harç ile kaynamışlar birbirlerine. Belki duvar olmadan kapı da yıkılacak. Bilemiyorum ki. İsteyemiyorum kapıdan duvarı yıkmasını. Kapıyı da açmak istemiyorum. Anahtarı bana veren kendisi ama açamıyorum.

Anahtar kilitte bekliyor, ışıl ışıl parlıyor, kapının üstündeki altın sırmalar göz alıcı güzelliğiyle karşımda duruyor. Bakmaya devam ediyorum. Bir yanımda o upuzun ve güneşli yol uzanırken, kimse beni kapıya prangayla bağlamamışken, aslında istesem bırakıp gidebilecekken, durup gölgede izliyorum süslü kapıyı. Düşlüyorum sonuna kadar açıldığını ve beni ardındaki aydınlık salona buyur ettiğini. Gözlerimi kapattım, kapıyı izliyorum. Güneş o uzun yolda parlıyor, ben kapının gölgesinde üşüyorum. 

13 Ocak 2011 Perşembe

BİR TOPLUM VARDI CANI SIKILAN


Son zamanlarda reklamlara mı taktım nedir, habire onların üzerine düşünüp yazar oldum. Aslında “Bir adam vardı canı sıkılan” reklamı üzerinden bir takım mevzulara değinilmiş ama dayanamadım ve ben de konuyu oraya bağladım. Hepimizin diline böyle dolanmışken, hatta ağzımıza pelesenk olmuşken neden ben de bu reklamı işlemeyeyim dedim.

Önce, reklamın teknik bir hatasından bahsetmek istiyorum. Reklam, Türkiye’nin sayısal gerçekleri baz alınmadan(!) tasarlanmış olsa gerek çünkü son yapılan anketlere göre ülkemizde canı sıkılan bir adam değil, 2.245.000 (2 milyon 245 bin) adam var. Yanlış okumadınız. Reklam veren marka bu kadar kişiye nasıl hizmet sağlayacak bilmiyorum, orada bir adam diyorlar keza (Altyapıyı bir adama göre hazırladılarsa vay hallerine!). Hadi kendilerinden kaynaklanan bu sorunu hallettiler diyelim, o servis devreye girince sıkıntı gidecek gibi değil.

Şimdi “Bu anket can sıkıntısı anketi mi?” diyeceksiniz. Hayır. Anketin konusu, Türkiye’de işsizlik. Efendim, bendeniz sosyoloji mezunu biri olarak, bu konular üzerine biraz kafa yoruyorum. “Rakamlarla Türkiye” gibi başlıklar gördüm mü okumadan duramıyorum. Türkiye İstatistik Kurumu’nun Mayıs-Haziran-Temmuz işsizlik anketi sonuçlarına bir göz attım da, o sayıyı orada gördüm.

Sayılarla arası iyi olan da olmayan da gözünü dört açsın şimdi. Bu bilgiler hepimizi ilgilendiriyor. Nufusumuz 72.567.000 olmuş (Paradan 6 sıfır atıldığından beri nüfus verilerini okurken de atar oldum!). Bunun 51.647.000’i çalışma çağında farzediliyor. Çalışabilir durumdaki kişilerin %8.8’i işsiz. Şimdi bu hesabın bir sağlamasını yapalım: (51.647.000x8.8)/100=4.544.000
Matematikten oldum olası sıkıntı çekmiş olanlar için durumu sadeleştirip açıklıyorum: Türkiye’de çalışma çağında olup da işsiz gezenlerin oranı gerçekten %8.8 olsaydı, işsiz nüfusunun 4 milyon 544 bin olması gerekirdi. Yani bize verilen resmi sayının iki katı! Öyleyse bu sayı nasıl bulunumuş? Elbette ki anketi yapan kurum rakamları kafadan atmıyor.

İşsizler ordusunun bir neferi olarak kabul edilmeniz için öncelikle iş aramanız gerekiyor. Yani üniversiteyi bitirince kocaya varan ve ev hanımı olmayı yeğleyen kızlarımız bu ordunun bir neferi değil. Çalışma çağı geldiği halde çalışmayanlar da var yanı sıra. Mesela benim arkadaşlarımın çoğu işsizlik korkusuyla yüksek lisansa başladı, iş bulunca okulu bıraktı. Ayrıca uzun süre iş arayıp artık yılmış vatandaşlar da işsiz sayılmıyor. Hiç çalışmamış, hazır yiyen veya ailesine bağımlı olanlar da işsiz kabul edilmiyor. Örneğin, mirasyedi gibi sıfatınız varsa bu rakamlar sizi ilgilendirmiyor. Ev hanımları zaten işsiz statüsünde görülmüyor. Onların bir mesleği var: ev hanımlığı ve annelik.

Yani, toplumumuzda resmi olarak canı sıkılan 2 milyon 245 bin kişi var. Bunların %79.4’ü daha önce çalışmış. Bu, %20.6 oranında deneyimsiz işgücü demek. Bir kısmı üniversite mezunu, bir kısmı liseyi bile bitirmemiş (Kafanız iyice karışmasın diye miktarlarını ve yüzdelerini yazmadım). Kentlerde işsizlik oranı %11.2 iken, kırsal kesimde bu oran %5.5 olarak tespit edilmiş. Diğer bir deyişle, köyden kente göçmeyiniz!

Can sıkıntısı yaratan diğer faktörlere kısaca değinmeden önce, resmi olarak canı sıkılmayan ama gizli sıkılganların oranlarına bir göz atalım: Anket sonuçlarına göre, istihdam edilen nüfusun %4’ünün ikinci bir işi daha var ve %5’i iş değiştirmek istiyor. Bu, bir dereceye kadar şu demek olabilir: her işli, potansiyel bir işsizdir(!). Ama gerçek anlamı şudur: iş geldi sıkıntı gitmedi (Sayılardan bile kıssadan hisseler çıkarıyorum kendimce).

Türkiye’de insanların canını sıkan daha pek çok mevzu var elbette; ülkemizde canı sıkılan daha fazla insan var. Okulda öğrencinin canı sıkılıyor mesela, dededen kalmış müfredata makyaj yapılmış; liseler Vahşi Batı’ya dönmüş, dağ kanunları işliyor adeta. Uyuşturucu bakkaldan alınacak yakında. Çalışanların da canı sıkılıyor. Aylardır maaşını alamayan mı, yıllardır aynı maaşla çalışan mı, patronunun tacizine uğrayan mı dersiniz... Sokaktaki adamın da canı sıkılıyor. Belediyeler hizmet getireceğiz diye terör estiriyor yollarda. Caddeler delik deşik, gayya kuyusu gibi de derin o delikler; düşeni geri vermiyor. Ev halkının canı sıkkın. Ay sonları bir türlü başı gibi olmuyor. Kiralar astronomik rakamlara ulaşmış, insanlar yakında uzaya taşınacak zahir. Arada bir çaktırmadan devalüasyon yapılıyor.

Demek ki neymiş? Sadece işsiz kalıp düşününce canımız sıkılmazmış. Görüldüğü üzere ortada böyle bir tablo var. Ortada, canı sıkılan bir toplum var. İşte reklam tam da bu nedenle damardan veriyor sloganı. Her ne kadar, reklamda sayı yanlış(!) verilse de memlekette hemen herkesin canının nasıl sıkıldığını iyi biliyorlar. Reklamı yapan, fikri bulan kimseyi, canı gönülden tebrik ediyorum. Kültürel koda bu kadar uyumlu, içinde bulunduğu toplumu bu kadar iyi yansıtan, melodisi son derece yalın, anlaşılır ve akılda kalıcı bir reklam yaptıkları için... Bence bu yıl kristal elma, altın ayı, gümüş şamdan ve bronz madalya(!) onların.

Anketle ilgili detayları merak edenler www.tuik.gov.tr adresine başvurabilirler.

2006'dan...

11 Ocak 2011 Salı

İSTANBUL'UN H'Sİ


Dünyanın hiçbir yerinde, iki yakası iki ayrı kıtada bulunan başka şehir yok. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel; boğazı, körfezi, gölü, adası, deresi, tepesi, ovası olan, hem de 8500 yıllık geçmişinin izlerini hâlâ taşıyan başka bir coğrafya parçası yok yeryüzünde. 15 milyona yaklaşan nüfusuyla nice ülkelerden daha büyük bir ekonomiye sahip, genç, dinamik, üreten, değer katan, değerlenen, büyüyen, büyüten bir dünya kenti İstanbul. Ve tüm bu özelliklerinin yanında birçok başka meziyetiyle de bir marka kent…

Dünyaca ünlü markaların ilanlarına bakın, çoğunda hangi kentlerde mağazaları olduğunu yazar. Paris, Londra, New York, Milano, İstanbul, Tokyo… İstanbul dünya ligine girmiş, küresel markaların reklamında ismiyle kendi reklamını yapıyor. Kent, bu sayede değerleniyor. Aynı zamanda, o markaya değer katıyor ismi her geçtiğinde. İstanbul artık, herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir değere sahip ve sınırların ötesinde ismi telaffuz edildiğinde saygı, hayranlık ve heyecan uyandıran bir marka. Gerçek bir marka.

Peki, bu markaya değer katan simgeler neler? Bunlardan biri, hiç kuşkusuz, Haydarpaşa Garı. Yabancıların gözünde İstanbul’u İstanbul yapan, kentin silüetine büyülü bir hava katan bir anıt; bizim için ise Anadolu’dan İstanbul’a adım atmanın, köyden kente göçün, köylülükten kentliliğe geçişin, değişimin, gelişimin, batılılaşmanın simgesi. Zarif ve göz alıcı mimarisiyle, sadece kentin değil, Türkiye’nin, hatta belki de dünyanın en güzel yapılarından biri. Benim için ise masallarda geçen, çikolatadan, şekerlemelerden yapılmış sihirli bir saray… Düşlerimde de Kül Kedisi’nin davet edilmediği balonun yapıldığı saray…

Ama bu güzelim simgenin, bu sihirli sarayın çatısı eridi ne yazık ki.

Birileri yıllarca çabalayıp bu şehri 2010 Avrupa Kültür Başkenti yaptı. Ve hâlâ birileri bu şehre Olimpiyat Oyunları gelsin, FIFA Dünya Kupası gelsin, UEFA Avrupa Kupası gelsin diye kendini paralıyor. Birileri, bu sayılan organizasyonlar kadar önemli pek çok projeyi İstanbul’a taşımayı başardı. Bu kentin marka değerine değer katan, o etkinliklerin de değerini arttıran sayısız organizasyonun altından kalktı bu İstanbul. Ama ne oldu? 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla övündüğümüz bir süreçte, can evinden vuruldu; kentin simgelerinden Haydarpaşa Garı yandı. Ben önünden her geçişimde, şu güzelim garı masallara layık şekilde pırıl pırıl aydınlık bir renge boyayıp restore etseler diye beklerken, düşlerimdeki saray yanıverdi!

Siz, İstanbul aşıkları, kenti delicesine sevenler, bu şehri yılda birkaç defa ziyaret edenler, sokaklarında yürümekten, havasını koklamaktan bile keyif duyanlar… İçiniz çok acıdı değil mi Haydarpaşa dumanların altında, “Yardım edin, yanıyorum, eriyorum!” diye bağırırken? Elinizden bir şey gelmedi, yanışını içiniz kanayarak seyrettiniz. Ben ağladım desem? Benim için fantastik bir anlamı olan Haydarpaşa’nın yanmasını televizyondan izlerken gözyaşlarımı tutamadım. Çikolatam erimeye başlamıştı. Neyse ki, bir saate yakın süren uğraşlar sonunda, dev çikolatamın sadece üst kısmı eridi, geri kalanı hâlâ katı; ama tazyikli su ona da zarar verdi. Ancak, bence en acısı, gönlümde ve birçoklarınızın gönlünde, İstanbul’un H’si düşüverdi.

Benim için artık kentin bir harfi eksik. Yine de öyle demiyor yetkililer. “’H’ yandı, ancak tamamen değil. Şu an ‘h’ durumunda. Neyse ki çatıyla kurtardık, aslına uygun şekilde onarıp tekrar ‘H’ yapacağız.” dediler. Nafile…

Bu yangın, her ne kadar onarım yapılacak olsa da bir şeyi ortaya çıkardı: Kentin tarihinden, değerlerinden ve onun bir marka olduğundan haberimiz yok. İstanbul, zihinlerde bir marka algısı oluşturamamış. Sanki birileri kentin etiketini, garanti belgesini söküp atmaya kalkıyor. Oysa toplumun en alt tabakasından en üstüne kadar herkeste bu algı olmalı. Örneğin, yangın çıktığı sırada çatıda çalışan işçi yüksek bir bilince sahip olsa belki daha dikkatli davranacak ve o yangın hiç çıkmayacaktı. Çatıdaki tadilatla ilgili kimseler, Haydarpaşa’ya bir yer markası gözüyle bakıyor olsaydı yangın tehlikesi bile olmayacaktı. Düşünün bir: Siz Ferrari üreticisi olsanız, sattığınız araç 220 km hızla giderken cant kapağının fırlamasını ister miydiniz? Markanızın adının böyle bir skandala karışmasını göze alır mıydınız? Alamazdınız. İyi bir marka yöneticiyseniz, ürününüz çocuğunuz gibidir; ona en ufak bir zarar gelsin istemez, üzerine titrersiniz. İstanbul da bir markadır ve aynı hassasiyetle korunmalıdır. Sadece H’si değil, tüm harfleri, İ’si, S’si, B’si, Z’si, M’si; hatta X, W ve Q’su titizlikle korunmalıdır.

Son zamanlarda İstanbul’un bangır bangır reklamı yapılıyor. Belediye başkanı Dünya Belediyeler Birliği başkanı seçiliyor. İstanbul, dünyadaki 150 metropol arasında en hızlı büyüyen kent oluyor ve daha nice listede üst sıralarda yer alıyor. Yani kent, bir marka olarak dünyaya kendini kanıtlamış, ama bizlerin zihninde o konuma oturamamış belli ki. Markaya değer katan bir simgenin başına bu felaket geliyor.

Eskiden, Kül Kedisi masalını her okuduğumda veya dinlediğimde prensin sarayı olarak adı geçen yer gözümde Haydarpaşa olarak canlanırdı. Bir masala ondan daha uygun bir mekan olabilir miydi? Sindirella’nın ayakkabısı, önündeki o uzun merdivenlerde çıkıyordu ayağından. Haydarpaşa Garı, bembeyaz duvarları ve altın rengi çerçeveleriyle gün batımında kızıl renkte parlayan, dış duvarındaki dev saati gece yarısını gösterdiğinde dünya güzeli Sindirella’nın merdivenlerinden koşarak kaçtığı ve önünde balkabağından yapılma araba bekleyen, yakışıklı prensin sarayıydı. Yangın beni masaldan aldı, gerçek hayata getirdi bıraktı. İstanbul, artık H’si olmayan bir şehir benim için. Haydarpaşa’nın çatısını aslının tıpkısı şeklinde yeniden görene dek de öyle kalacak.

9 Ocak 2011 Pazar

Dikkat! Tüm markaların gözü sizin üzerinizde!


08.Ocak.2011
1980’lerin sonu ile 90’lı yıllarda doğanlar, size; “Millenians” yani “Binyıl Kuşağı” deniyor. Y ile Z kuşakları arasında sıkışmış bu tüketim kuşağı, pazarlamacı ve reklamcıların hedef kitlesi...
Hayriye MENGÜÇ / Hürriyet KAMPÜS
201O yılını bitirip 2011’e girdik. Yeni binyılın 10 yılını yedik bile... 90’lı yıllarda doğanlar, bugün artık birer üniversiteli. Sosyal bilimciler onlara, “Millenians” yani “Binyıllılar” ya da “Binyıl Kuşağı” diyor. Yani, 1970’lerin yarısı ile 2000 arasında doğan Y kuşağı ile 2000 sonrası doğan Z Kuşağı arasında kalanlar... Yani, 1985’le 2000 arasında, tam Binyıl döngüsünde doğanlar, bilmem farkında mısınız? Siz, şu an ekonominin en gözde kuşağısınız. Henüz 2000 sonrası kuşak tam anlamıyla tüketmeye başladığı için; pazarlamacı ve reklamcıların en önemli hedef kitlesisiniz. Peki, siz kimsiniz?

3 milyon üniversiteli
Türkiye’de 15 milyon gencin yaklaşık 3 milyonu üniversite öğrencisi, 5 milyonu lise öğrencisi, 7 milyonu ise çalışan gençlerden oluşuyor. Alışveriş trendleri açısından bunun önem taşıyan yanı ise bu nüfusun yüzde 20’sini oluşturan gençlerin kendi alım güçlerinin yanı sıra tüketim konusunda ailelerini yönlendirme gücüne de sahip olmaları ve bu gücün giderek artıyor olması. Youth Republic Ajans; 16 farklı ilden 3 bin 119 üniversite ve lise öğrencisiyle ve 1.533 okumayan/çalışan genç ve gençlerin aileleriyle görüşerek “Harçlık Pazarı” isimli bir araştırma hazırladı. Araştırmaya göre, “Millenians” yani “Binyıl Kuşağı” şu özellikleri taşıyor:
- 1982-2004 yılları arasında doğmuş gençlerden oluşuyor. X Kuşağı’nın boşvermişliğine karşı ortaya çıktı.
- Birbirlerini desteklemek üzere kurulu bir topluluk.
- Aileler ve arkadaşları ile geçmiş kuşaklara göre daha yakınlar.
- Pozitif katkıda bulunmak ve pozitif bir değişim sağlamak istiyorlar.
- Ailesi tarafından korunmuş, pohpohlanmış ve başarı için güdülenmiş bir nesil.
- Herşeyi bir arada yaşayıp, herşeyi bir arada yapıyorlar.
- Birlikte olmayı tercih ediyorlar.
- Otantik ve biricik olanın peşinden gidiyorlar.
- Kendileri gibi olmaktan korkmuyorlar.
- Markaların çok farkındalar.
- Ailelerine kıyasla teknolojiden çok iyi anlıyorlar ve bu durum, hayatı ailelerinden daha iyi algıladıkları düşüncesine yol açıyor.
- Teknolojisiz bir hayat bilmiyorlar ve yeni teknolojiler onların medya tüketimini analogdan dijitale, dijitalden de online döndürmüş durumda.

Bu iki grup pazarlamanın motoru
Marka pazarlama uzmanı Fatoş Karahasan, “Şu an dünya üzerindeki elektronik, teknoloji, moda ve medyadaki tüm trendleri; üniversite öğrencisi olan, çok parası olmayan daha çok harçlık ekonomisine sahip, fısıltı gazetesini kullanan 18-24 yaş arası kesim belirliyor” diyor. Bu yaş grubunun belirlediği trendleri, diğer yaş gruplarının takip ettiğini söyleyen Karahasan, bu genç gruba dahil olanların; araştırmacı, yeniyi seven ve canı çabuk sıkılan bir yapıya sahip olduğunu belirtiyor. Bilgi Üniversitesi’nde dijital medya dersleri de veren Karahasan, ayrıca 18-30 yaş arasına da dikkat çekiyor:

"18-24 yaş kesimini biraz daha genişletirsek; 18-30 yaş arası grupla yani, artık üniversiteden yeni mezun olmuş ve üzerine beş yıl geçirmiş bir grupla karşılaşırız. Esas alım gücüne sahip olan kesim, bu gruptur. Daha çok erkektir. Bu grubun artık bir işi vardır ve cebi doludur. Evlilik öncesi dönemdedir. Eğlence ve modayı sonuna kadar tüketir. 18-24 yaş ile 18-30 yaş arası işte bu iki grup, bir anlamda dünyayı ayakta tutan gruplardır.”

Tüketim ve algı biçimi değişiyor
Reklamcılar Derneği üyesi, Mass Ajans ortaklarından, dosya transfer ve sunum platformu genna.mcg Başkanı Selim Tuncer ise internetle birlikte gençliğin tüketim ve algı biçimlerinin farklılaştığını vurguluyor. Reklam ve iletişim uzmanı Tuncer, “İ.Ö. 4 bininci yılda icat edilen yazı, birçok düşünüre göre insanın düşünce yapısını değiştirmiştir. Bir devrim yaratmıştır. Milyonlarca insanı uzaktan iletişimle birbirine bağlayan bir sistem olan internet teknolojileri ise yazıdan daha büyük bir devrimdir” diyor ve tespitlerini şöyle sürdürüyor:

“Mevcut gençlik, eski kuşaklara göre farklı tüketim ve farklı algı biçimleri geliştiriyor. İnterneti daha içselleştirmiş durumdalar. Örneğin akıllı cep telefonunu, çakı bıçağı gibi kullanıyorlar. Bu nedenle reklamcıların, bu kuşağa ulaşmak için geleneksel mecraların dışına çıkmaları gerekiyor. Aslında markanın hedef kitlesiyle ilgili bir şey bu. Gençliği hedefleyen markalar, gençlerin mekanlarını, mecraları, formatlarını ve psikolojisi çok yakından takip etmek zorundadır.”

                        

En büyük özellikleri eğlence ve medya tüketmek
BİLGİ
 Üniversitesi Öğretim Görevlisi ve Üniversite Bilişim Teknolojisi Hukuku Uygulama Ve Araştırma Merkezi Danışma Kurulu üyesi Dr. Özgür Uçkan, Binyıl Kuşağı’nın çeşitli terör, doğal afetler ve ekonomik kriz gibi korku ortamlarından kaçmak için eğlence ve medya tüketmeye sığındığını ve hepsini de büyük bir hızla tükettiğini söylüyor. Dr. Uçkan, konuşmasını şöyle sürdürüyor:

- Yaşadıkları ‘korku korkusu’, onları maymun iştahlı yapıyor; her şeyden bir ısırık alıp bırakıyorlar. Bir şarkının yarısını dinleyip diğerine geçiyorlar; kısa videolar (YouTube), TV dizileri, kısa mesajlar (SMS’ler ve Tweet’ler), dilde kısaltmaları tercih ediyorlar.

- Bu kuşağın içine doğduğu ortam, bilgi ve iletişim teknolojilerinin hızla hayatın her alanına gömülü hale geldiği, iletişim ve bilgi hızının baskın eğilim olduğu, ekonominin bir ağ ekonomisine dönüştüğü bir iletişim dünyası. Gerek tüketim gerekse sosyalleşme davranışları, dijital teknolojiler ve ağ eksenli olarak gelişiyor. Bu kuşak ekran bağımlısı; gözleri sürekli olarak cep telefonlarının, iPad’larının, netbook’larının, hatta demode olmasına rağmen TV’lerinin ekranları arasında geziniyor; mesaj yazmak, klip izlemek, ödev yapmak, sosyal medyada yazışmak gibi bir çok şeyi aynı anda yapabiliyorlar.

Bu kuşağın sosyal medyanın gelişimini tetikleyen kuşak olması boşuna değil. Çünkü “korku korkusu” onları sosyalleşmeye zorluyor.

- Öte yandan iletişim hızının artışı, bu sosyalleşmeye en uygun alan olarak interneti dayatıyor. Web 2.0 ve sosyal ağlar bu kuşağın “sosyal uzantısı” haline gelmiş durumda. Millenians üyeleri kendilerini bir topluluğun parçası olarak hissetmedikleri zaman kimlik bunalımına giriyorlar. Ama her şey gibi toplulukları da hızla tüketiyorlar. Kısacası, reklamcıların ve pazarlamacıların bu kuşağa arayıp da bulamadıkları bir sosyal laboratuvar ortamı gözüyle baktıklarını söyleyebiliriz.

ABD’DEKİ BİNYILCILAR GELECEKTEN ÜMİTSİZ
ABD’de Pew araştırma şirketinin “Milenyum Kuşağı” olarak adlandırılan 18-29 yaşları arasındaki kişilerin kendilerini nasıl gördüklerine ve en çok neleri önemsediğine yönelik 2 binden fazla kişi üzerinde yaptığı araştırmaya göre, iş bulmakta zorlanıyorlar ve önceki kuşaklardan daha geç evleniyorlar. Bu nedenle çocuk yapmayı erteliyor ve aileleriyle yaşamaya devam ediyorlar. İş bulamayacağından endişe ettiği için eğitime daha çok önem veriyorlar. Ayrıca araştırmaya katılanlardan çalışanların yüzde 69’u, yeterince para kazanamadığını düşünüyor. Gelecekten oldukça ümitsiz olan bu kuşağın temsilcilerinin yüzde 88’i, ileride de daha iyi para kazanamayacaklarına inanıyor. Öte yandan bu kuşağın önceki nesillere göre

7 Ocak 2011 Cuma

DENEME BOYU EVLİLİK


Gelin, sayılarla ufak bir Türkiye turu yapalım. Turun teması evlilik olsun. (Bir sosyoloğun yazılarından ne bekliyordunuz ki?) Geçtiğimiz yıl Türkiye'de 651 bin 896 çift dünyaevine girmiş; 95 bin 895 çift ise o evden çıkmış. (Ben bu bilgileri nereden mi buluyorum? Sayıların Kontu’yla aram iyi. Bir nesil Susam Sokağı ile büyüdü. Ben o neslin evladıyım.) 






Şaka bir yana, sayılar, Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü verilerinden alındı. Eldeki rakamları birbiriyle oranlayınca, Türkiye’de geçen yıl gerçekleşen evliliklerin yüzde 15’inin boşanmayla sonuçlandığını görüyoruz. Boşanmanın en çok yaşandığı yer de İstanbul. Bu oranın böyle yüksek olmasının sebebi, sizin de tahmin ettiğiniz gibi ünlüler(!) Ne yazık ki ünlülerin evliliği fazla uzun sürmüyor(!)  


Boşanmayla ilgili düşündürücü bir detay daha: Boşanan çiftlerden 4 bin 23'ünün evlilik süresi bir yıldan az iken (Bkz ünlüler, ünlülerimiz), evliliği sadece bir yıldır süren 8 bin 946 çift boşanmış. Boşanan çiftlerden 21 bin 816'sının evliliği 16 yıl ve daha fazla sürmüş. Ayrıca 75 yaş üstü 72 çift de boşananlar arasındaymış. Sakın kınamayın o yaştan sonra boşananları! Kim bilir ne dertleri vardı da o saatten sonra böyle bir karar aldılar. Alışkanlıkları bırakmak kolay mı?
         
Veeeee, bu rakamlardan duyduğum kaygı nedaniyle ağzımdaki baklayı çıkarmaya geldi sıra. 
         
Evliliklere çağdaş bir alternatif sunarak boşanma vakalarını azaltmalı ve temelleri çatırdayan aile kurumuna kaybetmekte olduğu işlevini ve önemini kazandırmalıyız. Bu konuda size zırva gelebilecek ama derinine düşününce birçok kişinin işine gelebilecek bir alternatif sunmak istiyorum. (Azıcık toplum mühendisliği yapasım geldi, ukalalığım tuttu)


Ben derim ki, deneme boyu evlilik sözleşmeleri olmalı. Mesela 1 aylık bir sözleşme yapılmalı çiftler arasında. Yine evlilik öncesi tüm prosedürler aynı kalmak şartıyla, evlilik konusunda kendinden emin olmayan çiftlere devlet bir ev tahsis etmeli ve o evde çiftler bir ay yaşayarak birbirlerini ve evliliği tanımalı. Bir aylık süre sonunda karı koca itiraz etmezse evlilik yasal olarak kayıtlara geçmeli. Yok, birisi bile itiraz etse, süre sonunda evlilik kendiliğinden feshedilmeli. Böylece insanlar boşanmayla şununla bununla uğraşmamalı.


Ha, bu bir ayda evlilik geçici olarak kayıtlara geçeceğinden çiftler hem nüfus cüzdanlarını değiştirmeyecek (Çünkü medeni hal değişmiş sayılmayacak) hem de mesela kadın babasından veya annesinden kalan sosyal güvence hakkını kullanabilecek. Ama sözleşme devam ettiği takdirde yasal işlemler yapılarak çiftler resmen evli ilan edilecek.
         
İşin detayı tabi bu ama bence topluma ve aile kurumuna en önemli katkısı, insanların uyumsuz ve mutsuz evlilik yapmalarını önlemesi olacak. Erkek iktidrasız mı, kadın firjit mi, kısır mı? Adam simetri hastası mı, kadın histerik mi, bunlar o bir ayda ortaya çıkacak. Belki çoğu kimse buna ahlaksızlık diyecek ama uzun vadede sağlıklı evlilikler yapabilmek için geleceğin toplumlarında bu tür bir uygulamaya geçilebilir. Eminim benim gibi düşünen başka birleri vardır. Hayır, en azından refah ülkelerindeki gibi evlenmek yerine birlikte yaşamayı tercih edip bir de evlilik dışı çocuk yapan çiftler olmaz. Örneğin, ne bileyim bir kadın olarak evlendiğiniz erkek sonradan sonraya bir arıza çıkaracak falan olursa bunu bir ayda anlarsınız zaten. Tabi anlamayanlar için şöyle bir şey de olabilir: “Biz daha bir şey anlamadık, bir aylık ek süre istiyoruz”. Buyurun isteyin. İnsanlar emin olana kadar devam edilmeli. Emin olunca zaten ya itiraz edecekler ya da sözleşme devam edecek, evlilik cüzdanına dönüşecek.
         
Bu önerimi biraz düşünün. Önyargısız bir şekilde, çift taraflı olarak düşünün. Ve şunu aklınızdan çıkarmayın: sağlıklı toplum için sağlıklı evlilik şart; sağlıklı evlilik için de bazı radikal düzenlemelerin toplum hayatına yansıması şart.


2007'den...

5 Ocak 2011 Çarşamba

İLHAM VEREN BİR GÜN

Merhaba,
Bu sabah güne nasıl başladınız? İçinize dolan güneş ışığının şarj ettiği bataryanızla enerjik ve zinde mi, yoksa yağmurun kararttığı ruhunuzun depresifliğiyle mi? Ya da belki güneşi sevmiyorsunuz siz veya yağmurla mutlu ve enerjik hissediyorsunuz.

Yağmurlu cumartesileri severim. Sağanak yağışın çil yavrusu gibi dağıttığı kalabalıkların içinde şemsiyesiz ve yağmurluksuz olarak, ıslana ıslana sokaklarda yürümeye bayılıyorum. Hele ki bir de rüzgar deli deli esmiyor ve yağmur yere paralel yağmıyorsa... Hava da ılıksa, bir bahar yağmuruysa yağan, kilometrelerce koşmak, sevgilime “sana köleyim” demek, arkadaşlarımla çılgın planlar yapmak, bir mağazaya girip fütursuzca para harcamak veya satırlarca yazmak istiyorum. Yağmur bana ilham veriyor.

İlham denen şey, insanı nasıl da motive ediyor ve çoğu zaman yapmaya üşendiği şeyler için  teşvik ediyor... O ilham ki insana tuğla kalınlığında roman yazdırır, kilometrelerce uzunlukta şiir döktürtür veya ulusların kaderini değiştirecek devrimler yaptırır. Benim bu yazıda bahsedeceğim ilham, belki de bir ulusun makus talihini kökten değiştirebilecek nitelikte.

Dünyanın en büyük spor organizasyonu olan Olimpiyat Oyunları, çok önemli bir projeye vesile olmaya hazırlanıyor. Londra 2012 Olimpiyat Oyunları ve Paralimpik Oyunları kapsamında oluşturulan “Çocuk ve Gençlerin Oyun, Beden Eğitimi, Spor ve Fiziksel Etkinlik Yoluyla Gelişimlerinin Desteklenmesi Projesi” Trabzon, Erzurum ve Mersin’de bilgilendirme ziyaretleri ve toplantılarıyla başladı. Projeye “İlham” adını vermişler.

İlham’ın amacı, çocukların ve gençlerin olimpiyatların ruhundan ilham alarak oyun ve spor aracılığıyla hayatlarında zenginlik yaratmalarını sağlamak. Özellikle, dezavantajlı veya engelli çocuk ve gençlerin de sosyal hayata dahil olmalarına yardımcı olmayı hedefliyor. Proje aynı zamanda, spor ve oyunu liderlik özelliklerini geliştirmeye faydalı olacak bir araç olarak görülüyor. Çocuk ve Gençlerin Oyun, Beden Eğitimi, Spor ve Fiziksel Etkinlik Yoluyla Gelişimlerinin Desteklenmesi Projesi İlham, Londra 2012 Uluslararası Eğitim Programının bir parçası olarak, Londra Olimpik ve Paralimpik Oyunlar Organizasyon Komitesi ile birlikte UK Sport,  British Council ve UNICEF İngiltere’den oluşan bir İngiliz paydaşlar grubunun desteği çerçevesinde oluşturulmuş bir program.

Türkiye’de projenin uygulanmasında, Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı İlköğretim Genel Müdürlüğü, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Türkiye Milli Paralimpik Komitesi da projeye dahil olan paydaşlar arasında.

İlham ile ilgili anlatabileceklerim şimdilik bunlar. Konuyla ilgili kimseler zaten vakti geldiğinde detaylı bir bilgilendirme yapacaklar. Yıllardır kanayan yaramız olan, memleketin bütün sorunlarının müsebbibi olarak gördüğümüz eğitim meselesine el atacak olan bir proje bu.  Çocuklar artık hep bir ağızdan ilahi söyler gibi ezberlemek yerine, oyun oynayarak öğrenecekler. Yani, müfredat ve sistem komple değişecek.

Yıllardır, sizin, benim, şimdiki çocukların zamanında bile, bütün bilgileri ezberleyerek soktuk kafamıza, değil mi? Daha doğrusu, soktular. Sayfalarca tekrarladık aynı kelimeleri yazılışlarını, öğrenebilelim diye. Sayfalarca yazdık aynı işlemi, öğrenmek için. Kerrat cetvelini ezberleyelim diye bin takla attık; hala öğrenemeyen var. Ee? Sonuç? Üniversite mezunu olduğu halde Cumhuriyet kaç yaşında bilmeyenimiz var. Adam unutmuş tarihi, ne yapsın? Ona öğretende kabahat. Demek ki bir yerde hata var, yanlış var. Eğer doğru yöntemi kullanırsanız, en zeka yoksunu beyne bile, en temel bilgileri, hiç unutmayacağı şekilde öğretebilirsiniz. İlham’ın çıkış noktası da bu zaten.

Projenin tasarımcıları, ağaç yaşken eğilir, diyor. Bir insan çocukluğunda ne öğreniyorsa, o bilgilerle devam ediyor hayatı. Yani size küçüklüğünüzde 2x2=5 öğretilirse, hayat boyu bunu böyle bilirsiniz. Aklınıza gelmez belki bilginin doğru olup olmadığını araştırmak. Tesadüfen bir yerlerde başkalarının da aynı işlemi yaptığını ve farklı bir sonuç bulduğunu göreceksiniz ki, bilginizi güncelleyebilesiniz. Tabii, önce kendi bilginizin yanlış olduğunu görerek… Ama olsun, bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Öyle de, en basit şeyleri bari ilkokulda adam gibi öğrensek de, koskoca adamlar kadınlar olmuşken, yanlış veya eksik bilgilerimizle rezil olmasak. Ya da cahilliğimizle, kendi çocuklarımızın da kaderini kendimizinkine benzetmesek…

İşte İlham, çocukları, en kolay anlayabilecekleri ve öğrenirken eğlenebilecekleri, pardon yanlış oldu, oynarken öğrenebilecekleri bir eğitim yaklaşımıyla yaşken eğecek. Çocuğun en kolay iletişim kurabildiği yöntem olan oyunlarla, ona verilen mesaj en doğru ve kalıcı biçimde beynine yerleşecek.

Proje şimdi size ütopik gelebilir. Ama, kamuoyuyla paylaşıldığınıda detaylarını öğrenecek ve eğitim sistemimizde nasıl bir devrim yapacağına inanamayacaksınız. Ve hayata geçtiğinde de gerçekleştirebileceği mucizelere hayranlıkla tanık olacaksınız. Hemen bir iki yıl içinde değil, belki on yıl sonra toplamaya başlayacağız meyvelerini ve bir nesil sonra kaderimiz değişmeye başlamış olacak. Okulu seven, öğrenmeye hevesli ve mutlu çocuklarımız olacak. Fazla mı iyimser buldunuz beni? İnanın, projenin kendisi zaten böyle. Biraz sabır… 2011, İlham’ın yılı olacak.

İlhamın nerede ve ne zaman geleceği belli olmuyor işte. Bize de spor sayesinde geliyor. Türkiye’ye Olimpiyat Oyunları gelmiyor olabilir, ama rüzgarı eğitim sistemimizin dallarını kımıldatacak. Kim bilir belki ülkemiz, olimpiyatlara ev sahipliği yaptığında İlham, bizden çok ileride, aydınlık, pırıl pırıl bir nesil yetiştirmiş olacak. Atalarının makus talihini yenmiş bir nesil, böylesine büyük ve Türkiye’nin yıllardır hayalini kurduğu bu dev olayı düzenliyor olacak. 

Etrafınıza bakmaya, basını takip etmeye devam edin. Bu projeyi yakında duyacaksınız. İlhamın nerede ve ne zaman geleceği belli olmaz. Ben size önceden çıtlatayım dedim.


4 Ocak 2011 Salı

SOSYAL MEDYA QUO VADİS?


Reklamcılık, halkla ilişkiler, müşteri ilişkileri ve iletişim uzmanları geçtiğimiz ay İzmir Yaşar Üniversitesi’nde bir araya geldi; sosyal medyanın nereye gittiğini konuştu. Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Yaratıcı Fikir Atölyesi’nin (YAFA) ev sahipliğinde düzenlenen etkinlikte uzmanlar, geçmişten günümüze sosyal medya ve gelecek yıllarda özellikle halkla ilişkiler ve reklamcılık alanlarında yaşanması beklenen gelişmeleri masaya yatırdı. YAFA’nın Geleceksel Söyleşileri’nin ikincisi olarak gerçekleşen söyleşide, Genna MCG başkanı Selim Tuncer de yer aldı.

Yaşar Üniversitesi Alsancak Yerleşkesi’nde yapılan “Sosyal Medya Quo Vadis? (Sosyal Medya Nereye?)” isimli söyleşiye İstanbul’dan katılan, Gennaration’da ve Türkiye’nin en çok okunan pazarlama iletişimi blogunda yazıları ilgiyle takip edilen Genna MCG Başkanı Selim Tuncer’in yanı sıra; bireysel bankacılık alanında Türkiye’de birçok ilke imza atan, bu konuda projeler hazırlayan, yöneten ve İstanbul Bilgi Üniversitesi MBA programında eğitim veren, CRM danışmanlığı yapan Uğur Özmen; İstanbul Bilgi Üniversitesi MBA, e-MBA Türkçe ve e-MBA İngilizce uzaktan eğitim programlarında “E-Ticaret”, “New Economy & E-Business”, “Yeni Ekonomi ve Elektronik İşletme” ile “İşletme İstatistiği” dersleri veren ve e-ticaret konusunda kitapları bulunan Prof. Dr. Şule Işınsu Özmen ile Yaşar Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Reklamcılık Bölümü’nde, özellikle sosyal medyanın halkla ilişkiler alanına getirdikleriyle ilgili bilimsel çalışmalar yapan Yrd. Doç. Dr. Özlem Aşman Alikılıç ve Yrd. Doç. Dr. Ferah Onat katıldı.

Yaklaşık üç saat süren söyleşi, sadece konuşmacıların sunum yaptığı, izleyicilere sorular sorup yanıt aldığı ve gelen soruları cevapladığı bir etkinlik şeklinde geçmedi. Prof. Dr. Şule Işınsu Özmen, izleyicilere oyunlar oynatırken Uğur Özmen canlandırmalarıyla, Yrd. Doç. Dr. Özlem Aşman Alikılıç da geleneksel mecra ile sosyal mecrayı karşılaştıran ilgi çekici sunumuyla üç saat boyunca izleyicilerin de söyleşiye birebir katılmasını sağladı.

Ferah Onat’ın kısa konuşması ile başlayan panele, geleneksel mecralarda fazla yer verilmemesine rağmen büyük bir izleyici topluluğu katıldı. Konuşmacılar izleyicilere, söyleşiden nasıl haberleri olduğunu sorduklarında, söyleşinin konusu olan cevap da salonu inletti. Konferans salonunu tamamıyla dolduran izleyicinin sayısı, sosyal medyanın gücünü de gözler önüne seriyordu aslında.

Onat’a göre sosyal medya, şirketleri ve bireyleri bir araya getirdi. Politikacıları halkla buluşturdu ve ulaşılmazlığı ortadan kaldırdı. Bu bağlamda itibar, paydaşlarla iletişim ve e-ticaret gibi kavramlar günümüzde üzerine daha fazla konuşulan önemli konular haline geldi. Çalışanların bastırılmaya çalışılan sesleri sosyal medyada yükseldi; kobiler büyük ölçekli firmalarla aynı platformlarda söz sahibi oldular. Artık, bireyler ve kurumlar arama motoru optimizasyonundan çok sosyal medya optimizasyonuna önem veriyorlar.

Yrd. Doç. Dr. Ferah Onat, ev sahibi olarak söyleşinin açılışını yaptıktan sonra sözü A. Selim Tuncer’e bıraktı. İnsanlığın kültürel dönemlerini kısaca açıklayarak söze başlayan Tuncer
‘e göre iletişim sözlü, yazılı, basılı ve elektronik olarak dört dönemden geçtikten sonra, günümüzde internetle birlikte beşinci aşamaya geçildi. İnternetin yer aldığı beşinci basamakta iletişim artık çift yönlü olarak yapılabiliyor. İnterneti elektronik dönemden ayıran en büyük fark da bu. Elektronik iletişimde mesajlar tek yönlü olarak iletilebilirken internet çağında “kablolar çift yönlü çalışıyor.”

Tuncer’e göre, insan her şey ile etkileşim halinde ve var olduğu ilk günden bu yana kendisini ifade etmek istiyor. Ses, ilkel mağara resimleri ve dille başlayan bu serüvende, yazının bulunmasıyla birlikte yeni bir dönemece girilmiş oldu. Tuncer konuşmasına şöyle devam etti: “Toplumsal bir varlık olan insanın en önemli özelliklerinden birisi de kendisiyle, doğayla ve diğer insanlarla sürekli iletişim halinde olması, duygu ve düşüncelerini bir diğerine aktarmasıdır. İnsanın bu özelliği onda varolan iletişim yeteneği ile ilgilidir. İnsanlar çağlar boyu birbirleri ile bu yetenekleri sayesinde etkileşimde bulunmuşlar, kültürlerini, uygarlıklarını geliştirmelerinde bu etkileşimlerinin rolü büyük olmuştur.”


Zaman içinde iletişim; gazete, radyo, telefon gibi araçlarla yukarıdan aşağıya, tek yönlü “kitlesel iletim”e dönüştü.


Antropolog Edward T. Hall’un “The Silent Language” kitabından alıntı yapan Tuncer, “Bugün insan, pratikte bedeniyle yapageldiği her şey için uzantılar geliştirmiştir. Silahların evrimi dişler ve yumrukla başlar, atom bombasıyla sona erer. Giysiler ve evler, insanın biyolojik ısı denetim mekanizmalarının uzantılarıdır. Mobilyalar, çömelmenin ve yere oturmanın yerini alırlar. Sesi hem zaman hem de uzayda taşıyan elektrikli araçlar, mercekler, televizyonlar, telefonlar ve kitaplar maddi uzantıların örnekleridir. Para, emeği yaymanın ve depolamanın bir yoludur. Bir zamanlar ayaklarımız ve sırtımızla yaptığımız şeyi artık ulaşım ve taşımacılık ağlarımız yapıyor. Aslına bakılırsa, insan yapımı bütün maddi şeylere, insanın bir zamanlar bedeniyle ya da bedeninin ilgili parçasıyla yaptığı şeylerin uzantısı olarak bakmak mümkündür.” diyerek şöyle devam etti: “Yazı, hafızamızın bir uzantısıdır. İnternet de hafızamızın, gözümüzün, kulağımızın, zihnimizin, aklımızın ve kalbimizin bir uzantısıdır.” diyerek iletişimin internetle birlikte geldiği noktaya atıflarda bulundu.


Tuncer’e göre sosyal medya çok yönlü, demokratik, yatay ve eşdüzeyli iletişim imkanı sunuyor. Bu bağlamda McLuhan’ın “Artık yolcu yoktur. Herkes mürettebattır.” sözü de doğrulanıyor. “Peki, bu çok yönlü ve eşdüzeyli iletişim ilk kez mi karşımıza çıkmaktadır?” diye soran Tuncer, sosyal medyanın ilk olmadığını, ama bu ölçek ve büyüklükte bir etki kapasitesinin ilk kez oluştuğunu vurguladı.

Geçmişte bireylerin kıraathane, pazaryeri, çeşmebaşları, hamamlar, düğünler ve törenler gibi geleneksel mekanlarda sosyalleştiğini bu mekanlardaa kurdukları iletişimin çift yönlü ve yatay bir iletişim olduğunu belirten Tuncer, internet ile birlikte bu gelenekselliğin sosyal medyaya taşındığını vurguladı. Tuncer şöyle devam etti: “Şimdi internet bizi pazaryerine, çeşmebaşına, kahvehaneye, cemaatin arasına yeniden soktu. Bir kültürel birikim ortamı ve iktidar karşısında halkın kamusal alanı olan kahvehaneyle ilgili olarak Richard Sennett’nin “aktör olarak insan” benzetmesini daha da geniş anlamda internete uyarlamak da mümkündür. İnternetle birlikte eşdüzeyli iletişimin kitlesi genişlemiş, dünya gerçekten de köyleşmiştir. Fiziki mekanın da ortadan kalktığı bu yeni kahvehanede meddah, karagöz, ortaoyunu, âşık gösterileri gibi etkinliklerin yerini de video ve müzik paylaşım siteleri almıştır. Sosyal statüleri, toplumsal sınıfları, cinsiyet ve yaş farklarını, makam ve mevkileri flulaştıran, aynı zamanda çeşitli kültürel havzalardan yayılan kullanıcı içeriğini birbiriyle yüzleştirerek hem çeşitli çatışmalara hem de temasın yarattığı etkileşimlere imkan sağlayıp yeni kültürel kabullere yol açıyor.”

A. Selim Tuncer’den sonra söz, günün belki de en dikkat çekici ve etkileyici konuşmasını yapan Prof. Dr. Şule Işınsu Özmen’deydi. Söze, Yaşar Üniversitesi’ne Foursquare üzerinden “check-in” yaptığını ve buraya “check-in” yapan diğer insanlarla iletişim kurabildiğini belirterek başlayan Şule Özmen, salonda bulunan katılımcılarla birlikte interaktif bir söyleşi gerçekleştirdi.
Katılımcılara “Siz sosyal medyada ne yapıyorsunuz?”, “Siz kimsiniz?”, “Başka kim var?”, “Siz başka ne yapmak istiyorsunuz?”, “Başka kimler olsun istiyorsunuz?” sorularını yöneltti ve aslında insanların ihtiyaçlarının değişmediğini, sadece iletişimin şeklinin ve yönünün değiştiğini belirtti. İnsanların paylaşma ihtiyacının hep var olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Özmen, yeni gelişen teknolojiler ile birlikte sosyal medyada insanların adeta hayatlarını paylaştığını söyledi. Özmen, dinleyicilere “Kimler Facebook, Friendfeed, Twitter, Foursquare kullanıyor?” sorularını da sordu ve neredeyse salondaki tüm eller havaya kalktı.

Foursquare’den yerini tespit eden arkadaşlarının şaşkınlığından bahsederek söyleşiye espri katan Özmen, “İnternette sohbet ediyoruz, fotoğraf paylaşıyoruz, durum paylaşıyoruz. Hatta şu anda kimlerin bu toplantıya katılabildiğini bile görebiliyoruz.” şeklinde konuştu. Şule Özmen, sosyal medyanın şirketler için de önemli olduğunu vurguladı. Ekonominin paradigmalarının değiştiğini ve “emek”, “sermaye” ve “arazi” gibi kavramlara “bilgi” ve “ağlar” paradigmalarının eklendiğini belirtti.

Prof. Dr. Şule Işınsu Özmen, insanların hayatlarını kolaylaştıran sosyal ortamların reklamcılar için çok önemli mecralar olduğundan bahsetti, ancak bazen reklamların kullanıcıları taciz eder hale geldiğini de sözlerine ekledi. Bunu dile getirebilmek için de dinleyicilerden üç tanesini sahneye davet ederek aralarında sohbet etmelerini istedi ve kendisi de eline aldığı bir nesneyi reklam penceresi gibi kullanarak sohbet edenlerin arasında gezdirdi. Sohbette bulunan üç kişi, lafın arasına giren nesne, yani sosyal ortamdaki reklam penceleri yüzünden birbirlerini anlamada zaman zaman güçlük yaşadı ve internet reklamlarının bazen ne kadar can sıkıcı olabildiği bu şekilde anlatılmış oldu. Prof. Dr. Özmen, internet reklamcılığının hep bu şekilde yapılamayacağını, gelecekte bu tarz reklamlara da çözüm bulunacağını savundu.

Günümüzde sosyal medyayı kullanan insanların sayısının arttığını kaydeden Uğur Özmen ise, sosyal medyaya girmek için okuma yazma bilmeye gerek olmadığını söyledi. Kullanıcıların herhangi birine hesap açtırabildiğini belirten Özmen, “Sosyal medyada kendinizi ifade edebilmeniz için okuma yazma bilmenize bile gerek yok. Bazı sosyal paylaşım sitelerinde çeşitli semboller ile kendinizi ifade edebiliyorsunuz.” diye konuştu. Bebeklerin de sosyal medya fırtınasına katıldığını kaydeden Uğur Özmen, “Bebeklerin artık doğmasına bile gerek yok. Yurt dışındaki hastanelerde, doğduğu andan itibaren çocuğun ismi ile bir hesap oluşturuluyor. Doğumdan önce bebek, anne karnını tekmelerse, Twitter’a ‘Bebeğim şu anda karnımı teklemedi. Kesin futbolcu olacak’ yazılıyor” diye konuştu.

Sosyal ağların kişilerin iş hayatını da etkilediğini belirten Özmen, şirketlerin rakiplerini veya müşterilerini sosyal ağlardaki davranışlarına göre değerlendirdiğini söyledi. Özmen, bu yöntemin özellikle satış departmanlarında yaygın bir şekilde kullanıldığını dile getirdi. General Electric firmasının 150 bin kurumsal müşterisini sosyal medyada takip ettiğini ve onların satın alma potansiyellerini incelediğini belirten Uğur Özmen, aslında farkında olmadan sosyal medya kullanarak firmalara satın alma potansiyellerimiz ile ilgili ipuçları verdiğimizi belirtti. Sosyal medya ölçümlemesinin günümüzde oldukça zor olduğunu ancak satın alma gücünün belirlenerek analiz edilmesi gerektiğini vurgulayan Özmen, sosyal medyadaki kanaat liderlerinin düşüncelerinin de satın almada önemli bir faktör olacağını sözlerine ekledi.

Sosyal medya ve demokratikleşme ilişkisine de değinen Uğur Özmen, “Söz kimdeyse iktidar ondadır, sosyal medyada herkesin söz hakkı var; ama güç, bir şekilde en çok sesi çıkanın eline geçer.” diyerek internette sayısız bilginin dolaştığını ve bu bilgileri küçük kuruluşların yönetmesinin zor olduğunu, büyüklerin eline geçtiğinde de güç dengelerinin yine büyüklerden yana olacağını söyledi. Uğur Özmen’e göre, zaman geçtikçe sosyal medyada demokratikleşme önemini yitirecek ve web 3.0 ile eşdüzeyli iletişim kaybolacak. Yani aslında, sosyal medya, herkesin sesini duyurmasını sağlayarak daha demokratik bir ortam yaratıyormuş gibi görünse de, bilgi çağında da iktidar yine güçlüde, yani en çok bilgiye sahip olanda olacak.

A. Selim Tuncer de bu konuya ekleme yaparak “Ne yazık ki ortam bir kahvehaneye dönüşemiyor. Veri analizini kim daha iyi yaparsa o önde olur. İktidar odakları oluşacaktır. Ama ne olursa olsun internet, sivil toplum oluşumlarına ciddi imkanlar sağlıyor. Kitlesel mecraların karşısında bu oluşumların durması çok zorken, internet sayesinde bu mümkün oluyor. Ben çok da karamsar değilim.” dedi.

Daha sonra sözü devralan Yrd. Doç. Dr. Ferah Onat, 21’inci yüzyılın en önemli sivil toplum hareketlerinden biri olan Greenpeace eylemlerinin sosyal medya aracılığı ile yayıldığına dikkat çekti ve Greenpeace’in Facebook sayfasında 200 bin olan olan üye sayısının 700 binlere kadar yükseldiğini ifade etti. Onat, “Türkiye Su Meclisi gibi örgütlerde sosyal medya aracılığı ile hedef kitlelerine ulaştı.” diye konuştu.

Söyleşide son söz, Yrd. Doç. Dr. Özlem Aşman Alikılıç’ındı. Alikılıç, sosyal medyaya karşı olmadığını, ancak sosyal medyanın bazı durumlarda şirketler için kriz yarattığını söyledi. Yakın zamandan örnekler ile bu durumu açıklayan Yrd. Doç. Dr. Alikılıç, “Eski CHP lideri Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen görüntüler internete düştü. Bazı gruplar Coca Cola yazısının farklı anlamlar barındırdığını iddia ederek internette protesto ettiler.” diye konuştu.

Geleneksel medya ile yeni medyanın karşılaştırmalı analizini maddeler halinde sunan Özlem Alikılıç, sosyal medya trendlerinden YouTube ile Dailymotion üzerindeki video örneklerine ve sosyal medya kampanyalarına kadar sosyal medyanın halkla ilişkilerde ve iletişimde oldukça önemli ölçüde yer aldığını ve bu anlamda çok doğru bir şekilde kullanılması gerektiğini belirtti.

Yakın zamanda e-posta hesaplarımıza gönderilen ve birçok markayı zor durumda bırakan postaların bazılarının kasıtlı yapıldığını ve sosyal medya kullanılarak tüketicide kötü algı oluşturulmaya çalışıldığını da ifade eden Alikılıç’a göre, sosyal medya hayatlarımızı kolaylaştırsa da, bazen bizi zor durumda da bırakabiliyor. Kişilerin, internette yazdıklarının ve paylaştıklarının neredeyse herkes tarafından görülebildiğini söyleyen Alikılıç, cumhurbaşkanının bile bir atama yapılacağı zaman o kişiyi internetten araştırdığını sözlerine ekledi ve “Birileri de sizi araştırıyor olabilir; iş başvurusu yaparken, işverenin de sizi araştırabileceğini hesaba katın!” uyarısında bulundu. 

3 Ocak 2011 Pazartesi

METAL



Metal, insanoğlunun elinde alet edevat oldu, silah oldu, avlandı onunla önce; ağaçları kesip kendine mağara dışında sığınak yaptı, avladığı hayvanların postunu kesip üstüne giysi yaptı. Bu kadar işe yarayan bir materyal olunca, ticareti yapılmaya başlandı. Ticaret ilerleyince paraya dönüştü metal. Derken, insanın tedavisi için kullanılabileceği keşfedildi. Bu özellikleri sayesinde, teknolojik gelişimin başrol oyuncusu oldu metal. İnsan, bu oyuncuyu giderek daha da çok alanda kullanmaya başladı ve binalarını da metal alaşımından yapıp depreme karşı korudu kendini; bununla da yetinmeyip akıllı füzeler ve uzay mekikleri yaptı; uğruna savaşlar yaptığı başka metaller için. Ve en sonunda metal yüzünden yaptığı savaşlar insanın bedenini parçaladı ama parçalanan bedenler gene metalle tamamlandı.



Metal. Yani Latince metallum, Yunanca metallon. Kimi zaman insanoğlunun gözünü kamaştıran, kimi zaman gözünü çıkaran, uğruna savaşlar yapılan, en nihayetinde değişim aracına dönüşmüş ve ülkelerin zenginliğinin ölçüsü olan madde. Yüksek elektrik ve ısı iletkenliği, kendine özgü parlaklığı olan, şekillendirmeye yatkın, katyon oluşturma eğilimi yüksek, oksijenle birleşerek çoğunlukla bazik oksitler veren elementlerin genel adı daha bilimsel ifadeyle.

Doğadaki maddelerin içinde ametaller daha çok yer tutuyor olsa da periyodik tablodaki elementlerin çoğu metaldir. Bu da “homo alet kullananus” yani insan için bir avantajdır çünkü günlük hayatımızı kolaylaştıran gereçlerin en dayanıklıları metalden yapılanlardır. Cıva dışındaki metaller oda sıcaklığında katı halde bulunur ve eğilip bükülmeleri çok zordur. Bu nedenle dayanıklı tüketim malları, söz gelimi çamaşır bulaşık makineleri, buzdolapları metallerden üretilir. Bütün metaller parlaktır, ışığı yansıtırlar. Tarih boyunca insanların ilgisini çekmiştir bu parlaklık. Metal olmadığı halde parlak ve çok değerli olan maddeler de var elbet. Elmas, kobalt, opal gibi taşlar örneğin. Ama hiçbirini yüksek sıcaklıkta eritip şekillendiremezsiniz. Bir başka deyişle, elması para şekline sokamaz ve piyasada dolaştırmazsınız. Çünkü sadece metaller, tel, levha ve toz haline gelebilirler.

Metaller elektrik ve ısıyı iletir; sert ve yumuşak olabilir; sert olan metal yumuşak olanı çizer; esnektir; eğilip bükülebilir dedik. Yani söz dinler metal. Kontrolden çıkarsa felakete dönüşebilecek olan ateş, metalleri terbiye eder bizim için. Eritir, istediğimiz şekle girmelerini sağlar ve itaat ettirir onları bize.

Yalnız, zaafı vardır bu metallerin. Soy metaller dışındaki diğer metaller havada paslanır, yıpranır, işimize yaramaz hale gelir iyi korumazsak. Soy metallerse adlarından da anlaşıldığı gibi soyludurlar. Altın, gümüş, platin gibi madenlerdir bunlar. Değerleri, hem nadir bulunmalarından hem de pas tutmamalarından kaynaklanır. Bununla birlikte, metallerin hiçbiri   birbirleriyle bileşik yapamazlar. Ancak, birbiri içinde ergitilerek karıştırılabilirler ve alaşım oluştururlar. Böylece doğadaki hallerinden daha sağlam maddeler elde edilebilir. Çelik, bunun en güzel örneğidir.

Metal moleküllerinin öz kütleleri büyük, ergime noktaları yüksektir. Örneğin, demir 1535°C'de ergir. Bu nedenle güvenlidirler bizim için. Bu nedenle ısıtmak ve ısınmak için kullandığımız cihazlar da metaldendir. Metaller, daima elektron vererek (+) yüklü olmak ister. Bu da onların iyi birer iletken olmalarını sağlar ki bu özellikleri sayesinde bizi doğanın en tehlikeli silahından, yıldırımlardan korurlar. 

Metaller insanı korurken, onun işine yararken, bir yandan da tehlike arz eder insanoğlu için. Günlük yaşamımızda, yemek yapmak için kullandığımız kapların tamamının malzemesinde metal vardır. Eğer bu kaplar iyi bakılıp düzgün temizlenmezse, üzerlerini kaplayan koruyucu tabaka aşınır ve metal tabaka açığa çıkar; yemeklerle temas ettiğinde vücudumuzu zehirler. Öte yandan, bizi zehirleyen metallere bedenimizin ihtiyacı da vardır. Söz gelimi, insan vücudu demire gereksinim duyar ve demir eksikliği, yaşamsal tehlike doğuran hastalıklara neden olur.

Metaller, insanın hücrelerine kadar giriyor, onu yaşama bağlıyor. Peki ona, hücrelerin dışındayken yaşam sevinci vermiyor mu? Ya da başına bela olmuyor mu? Para, para, para; varlığı bir dert, yokluğu yara demiyor muyuz? Parayı neyden yapıyoruz peki? Metallerden. Altın, gümüş veya bakırdan yapılmış ve devletin özel damgası ile damgalanmış madenî ödeme vasıtasına "sikke" denir. Sikke, M.Ö. 7. Yüzyılda Anadolu'da Lidyalılar tarafından icat edilmiştir. Lidyalılar, ticarette çok ilerlemiş ve meta değişimini takasla sürdürmenin ticaretin daha da gelişmesini engellediğine inanmışlardı. Paranın icadından sonra ticarette daha da ilerledi Lidya Uygarlığı.

Lidyalılar’ın insanlığa yaptığı en büyük katkı olan para, günümüzde sikke diye anılmıyor elbet ve sadece madenlerden yapılmıyor. Artık madenilerin ağırlığının ceplerimizi delmesini engellemek için, metalden yapılan paralarla beraber kağıt paralar da kullanıyoruz. Peki paranın değerini belirleyen kağıt mı?

Başlangıçta, üzerinde temsil ettiği altın miktarı yazılı bulunan kâğıt paraya altın hükümlerini uygulamakta açıklık vardı. 20 yy.ın, ikinci yarısından itibaren kâğıt paranın altınla bağı koparılınca ve merkez bankalarında tonlarca altının bloke edilmesine gerek olmadığı, zira kâğıt paranın değerini devletin ekonomik gücünden aldığı esası kabul edilince, kâğıt para için belli bir karşılık, söz konusu olmaktan çıktı. Zaten günümüzde de en basit kişisel hesaplarda bile, bankanın kasasında size ait olan madeni ya da kağıt para miktarı değil sizin ne kadar zengin olduğunuzu gösteren; hesabınıza bakıldığında, bilgisayar ekranında yazan miktar.

Metaller ekonomiye hükmeden maddeler olsalar da, aynı zamanda insanoğlunun tarih serüveninde de en belirleyici faktörlerden biri olmuştur. Tarih öncesi çağlar dediğimiz devirler taş devri maden devri diye ikiye ayrılmıştır. Yani insanlar ayakta durmayı öğrenip elleri boşta kaldığında alet kullanmaya başlamış, alet olarak da ilk gördüğü şeyi, yerdeki taşı eline almıştır. Sonraları madenlerin keşfedilmesiyle, teknoloji ilk ilerlemesini kaydetmiştir ve sırasıyla bakır, tunç, demir devri yaşanmıştır. Yani insan, giderek daha dayanıklı madenleri keşfetmeye ve onlara şekil vermeye başlamıştır. Ardından da ticaretin gelişimiyle birlikte, onun en büyük gereksinimlerinden biri olan yazı icat edilmiş ve tarih çağlarına geçilmiştir. Yontma taş devrinde bulduğu ateşle madenlere şekil veren, cilalı taş devrinde evcilleştirdiği hayvanla işini kolaylaştıran insanın macerası, metalden yaptığı araç gereçle daha acımasız bir savaşa dönüşmüştür.

Binlerce yıldır kullandığımız metaller günümüzde de yaşamımızın en önemli parçaları olmaya devam ediyor. Teknolojiyi ortaya çıkaran şeyin metaller olduğunu söylemek herhalde yanlış olmaz. Teknoloji, sanayinin gelişmesinde en önemli değişkendir. Sanayi kurmak içinse metallere ihtiyaç vardır. En basit fabrikadan, kıtalararası füze ve haberleşme uydusu üreten sanayi tesislerinde bile metalden yapılmış cihazlar kullanıldığından, fabrika kuran fabrikalar modern dünyanın en stratejik üretim araçlarıdır.

Modern yaşantımız da, tarih öncesinden çok farklı değil bu anlamda. Metale muhtacız. O olmadan ne arabalarımız olurdu, ne depreme dayanıklı binalarımız, ne beyaz eşyalarımız ne yaşamımızı sürdürmek için yediğimiz yemekleri pişirdiğimiz tencerelerimiz ne de yaşam kaynağımız olan suların aktığı musluklarımız.

Öte yandan, metal olmasa ruhun gıdası sanat olur muydu bilinmez. Ancak, edebiyat, doğadaki maddelerden esin almıştır çoğu kez. İşte doğanın, insanoğluna armağan edip onun kölesi olmasına neden olan metal ve işte metalden ilham alan Murathan Mungan’ın kaleminden çıkan birkaç satır...

METAL 
Pencerede kedi yalnızlığı
Metal bir ay fener 
Böyle gecelerde yağmurun sesi 
Kağıt hışırtısına benzer 
Işık yıllarının karanlık hızında 
Yedi askı daha asılı yıldızlara 
Takıyorum kulaklıklarımı 
Dalmaya ve uçmaya hazır 
İki kişi olarak 
Bölündüğüm yerde 
Hard'n'heavy slowları 
Yer değiştiriyor içimde bütün kişilikler 
Tek başıma oynadığım Çin ruleti 
Bir jeton, bir zıpkın 
Aynı anda işliyor 
Katil ile maktul arasındaki en kısa yol 
Kalkış takımları infilak ediyor 
Dans bittiğinde birimiz ölecek 
Büyük plato bildiriyor koşulları: 
Tek kişilik düello bir metal tango!