28 Aralık 2011 Çarşamba

MUŞAMBA YIL SONU ÖZEL SAYISI



Merhaba Noel Baba’yı bekleyenler… Merhaba Noel Baba’ya inanmayanlar… Merhaba yeni yıldan beklentisi yüksek olanlar… Merhaba “Yeni yıl da neymiş!” diyenler… Merhaba “Yeni yıl, yılbaşı kutlaması gavur adeti, bize her gün bayram” diyenler… Ve merhaba radyolarını yeni açanlar…

Muşamba’da yılın son yazısıyla sizlerleyiz. Acısıyla tatlısıyla, ekşisiyle bir yılı daha geride bırakıyoruz. Ye ekşiyi doğur Ayşe’yi, ye tatlıyı doğu atlıyı demişler. Yedik yedik kilo aldık. Baktın yiyemedin, bakmayacaksın, derken, koskoca bir yıl geride kaldı aha. Dile kolay. Koccaman 362 gün geçti, bitti. Eh, ne diyelim, geçsin varsın.

Bana tek yıllar iyi gelmez pampitolar. Dolayısıyla, 2011’in de süper geçtiğini söyleyemeyeceğim. Ama hakkını da yemeyeyim. Kıyakları da olmadı değil. Zaten bana hiçbir yılın şöyle duacısı olacağım bir kıyağı olmadı ki. Noel Baba’ylan aram iyi değil galiba. Hoş, sadece Noel değil, hiçbir babayla iyi değil aram. Pek sevmem babaları. Babalara gelmekten korkarım, sonra alırım babayı diye. Neyse…

Asteriks  tommiks  teksas

Bu yılbaşında hediye de alamadık kimseye. Meteliğe kurşun, cıva, osmiyum, ne kadar ağır metal varsa atıyom ki zehirlenip ölelim, kurtulalım bu hayattan. Bu dünyaya çocuk da getirmek istemiyorum, ne işim olur. E ne anlamı var o halde havadaki okşizeni boşuna tüketmenin? Borç harç boyumu aşmış, siz hediye diyorsunuz. O kadar canınız istiyorsa siz bana alın hediye. Valla borcum yüzünden bankaların önünden geçemediğim gibi, ATM’lerinin bile önünden geçmiyorum. Yalanım varsa Noel Baba’nın yüzünü görmek nasip olmasın. Ama geyikleri kovalasın beni boş viteste.

Bankalardaki tüm hesapları boşalttım, vapurda ekmek attığınız martılar bile benim alacaklım. Kredi borçları, kredi kartları derken, yurt dışına kaçacak hale geldim. Lakin, para olmadığı için gidemiyorum. Yürüyerek Meriç Nehri’ne ulaşabilirsem belki oradan Avrupa’ya firar ederim. Bir başkadır benim memleketim.

Hopdediks  hopdedix  santa claus

Baktım parasızlık iliğimi somuruyor, ben de öküz öldüren diyetine başladım. Bütün gün sebze kokteyli içiyorum. O da ne diye sormayın lan artık. Bildiğin sebze çorbası işte. Her şey var içinde. İçiyorsun, doymuyorsun, devamlı açsın. Elini, kolunu, bacağını kesip yiyesin geliyor. Bir nevi oruç. Açın halinden çok iyi anlıyorsun. Bir de nefsin körelmediği için her şeyi istiyor canın ve karnın sırtına yapışıyor. Büzüşüyor. Birkaç güne alışırım, midem küçülürse yiyemem hiç, diye umutlanıyorum. Zira, giydiklerim olmuyor pampitocuklarım. Elbiselerimin içine sığmıyorum resmen.

Çuvaldız  baldız  maltız

Bu yıl böyle geçip giderken ve ben de ona öküzün trene baktığı gibi bakarken çuvaldızı kendime batırmayı bir ödev bilirim. Benim de kusurlarım oldu. Ben de insanım. Çok pişmanım. Sizi karşılıksız sevdiğim için… Hayatınızda benden çok daha fazla sevdiğiniz insanlar varken sizleri karşılıksız sevdiğim için çok pişmanım uleyn! Size değer verdim, derdinizi dinledim, size komiklikler yaptım kederinizi unutun diye. Ya siz bana ne yaptınız karşılığında? Bir yorum bile yazmadınız yazılarıma. Alacağınız olsun! Bari bana bi yılbaşı hediyesi verin ve ufak da olsa yorum yapın. İyi dileklerinizi sunan…

Polyanna  karl marx  aşkın nur yengi

İyice, ağlarken gülen soytarı maskesi oldu yüzüm. Can’t read my poker face hesabı. Vallaha için için ölüyorum kederden, sıkıntıdan ama inanılmaz iyimserim. Dışa vurmuyom mu, delirdim mi, yoksa çok mu safım bilmiyorum, içimde salakça bi iyimserlik var. Suratımı sivilceler bastı, lakin sanki borç batağında değilmişim, sanki hayatımdaki her şey tıkırındaymış, sanki müthiş bir aşk yaşıyormuşum, gezip tozup eğlenip bir hal oluyormuşum gibi mutluyum. Beheyt!! İnanın ki keyifsizlikten yılbaşı heyecanım yok. Sanki yeni bir yıl gelmiyor, yılbaşı gelmiyor gibi, bana sıradan geliyor her şey. Sanki bu yıl uslu durmadığım için bana yeni bir yıl gelmeyecek, eski yıllardan birini tozlu raflardan çıkarıp önüme koyacaklar. Bari ben seçsem hangi yılın geri geleceğini. Zaten iş yerine hediye mediye de gelmedi. Allah için bi ajanda bile gönderen olmadı. Anlamadım bir şey. Yaşla da ilgisi var galiba. Yaşlanınca o çocuksu sevinçler kalmıyor zahir. Ama bir yılda pat diye değişir mi canım insanın kafası? Gereksiz acılar çekerse değişir.

Doğumgünü bebelerine balon

Bu yıl ‘hepi börtlek’ diyerek doğumgününü kutlayamadığımın evlatları… Size topluca buradan sesleniyorum. Hepinizin doğumgünü kutlu olsun. Kutladık da ne oldu ki kutlamasak olmayacak? Aha bak yepyeni bir yıl geldi ve yeniden doğumgünün geliyor. Yeni seneye artık.

Açım abilerim ablalarım

Çok açım oğlum, eziliyo içim be! Yılbaşı gelse de yesek içsek. Bi o gün bozucam diyeti mecburen. Yılbaşında da zebze çorbası içip tembellik yapacak değilim. Değilim de ne yapacağımı da bilmiyorum. Geçen sene yılbaşında bir arkadaşa “Yeni yılın kutlu olsun, şöyle olsun böyle olsun” vs diye mesaj atmıştım. Herkese atmıştım da bir tek ondan gelen cevap garipti ne yalan söyleyeyim: “İnternette tartan kilt bakıyom.” Hangi zihniyet yılbaşını internette İskoç eteği aramakla heba eder ki? Şaka olduğuna inandım ve hala da o kafadayım o günden beri. Dilerim ki öyledir. Velev ki öyle olsun, n’olmuş? Yok yok, kimsenin yeni bir yıla böyle sıkılarak ve düz girmesini istemem. Varın gidin sevdiklerinizle bir araya gelin, eğlenin. Maksat eğlenip kurtları dökmek (bu da ne demekse, iyk), sevdiklerle toplanmak zaten. Bir düğünler, bi doğumgünleri, bir de yılbaşı ve bayramlar buna vesile oluyor. Onu da heba etmeye gerek yok.

Umarım güldünüz, eğlendiniz sevgili dostlar. Benim elimden bu seferlik bu kadarı geldi. Keşke imkanım olsa da sizlere daha fazlasını yapabilsem.

Hadi, yeni yılınız kutlu olsun.

Sevdikleriniz hep yanınızda olsun. Kavuşamadıklarınıza kavuşun bu yıl, içinizde ukde kalmasın bari. Yarım kalan ne varsa tamamlayın, gözünüz açık gitmeyin. Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bugün ne yapardınız? Hah, onu yapın işte.

Baş baş.

27 Aralık 2011 Salı

RÜYADA ARABA GÖRMEK



Duygusal ilişkilerim hep araba olarak yansır rüyalarıma. Ben ve sevdiğim adam arabadaysak ve yol bitiyorsa, kesinlikle yakında ayrılık gelecektir. Araba durduysa ilişkide bir duraklama, bir soğuma vardır. Arabayı kim kullanıyorsa, kontrol onda demektr. Arabada bir yabancı varsa, artık yerimi başkasına bırakmanın zamanı gelmiştir. Birisi beni arabasında ön koltuğa, eski sevgilisini arka koltuğa oturtuyorsa, istediği kişi benim demektir. Bunun gibi bir sürü izdüşüm ve yorum…

Rüyalar geçmişin bir yeniden yorumu mu, bilinçaltının sibobu mu, yoksa gelecekten haber veren birer imgelem mi, bunu çok derin ve farklı boyutlarda tartışırız. Fakat ben, bugüne kadar gördüğüm rüyalardan edindiğim deneyimle ancak bu sonuca varabiliyorum. Zaten genelde de bu araba rüyalarını, bir ilişkinin başında ya da sonunda görüyorum. İlişkiyi bitirmeyi kafama koyduysam veya terk edileceğimi hissediyorsam görüyorum yani. İşin içine yine bilinçaltı karışıyor sonuçta. Ya da o rüya beni yönlendiriyor belki.

Şimdi, şöyle bir geri sarınca filmi, ilişkilerin yolculuktan farksız olduğunu anlayabiliyorum. Dolayısıyla, rüyalara da bu şekilde yansıması şaşırtıcı değil. Aynı arabaya binip bir yolculuğa çıkıyoruz sevgilimizle. Arabayı kim kullanıyorsa, o yönetiyor ilişkiyi. İyi sürücüyse, hedefinize sağsalim ulaştırır, acemiyse kaza yaptırır, kötü sürücüyse can güvenliğiniz tehlikeye girer, yolculuk yorar, yolun bir yerinde inmek istersiniz. Sürücü siz değilseniz, arabayı kullanan sizseniz, bunlar yine sizin başınıza gelir, ama yarı yolda inen siz olmazsınız.

Kimi ilişkide kontrolü karşı tarafa bırakırız. Belki arabayı biz yapmışızdır ama anahtarı karşı tarafa verir ve “Hadi sür!” deriz. Belki arabamıza binmek istemiyordu da onu ikna edebilmek için direksiyonu ona emanet ettik. Fakat, ne olur biliyor musunuz? Araba çetin yollardan geçtiğinde, sürücü arabaya güvenmediğinde veya yolcunun onu yalnız bırakmasından korktuğunda, kontağı kapatıp arabadan iner  veya karayolunda belli bir istikamete doğru giderken fikir değiştirebilir ve kenara çekip size durumu anlattıktan sonra sizden inmenizi isteyebilir. Siz, inmem derseniz, anahtarı size verir ve o inip yoluna devam eder. Ama yalnız başına yürüyerek, ama otostop çekerek, ama bir otobüse binerek… Bazen de ikinize birden cazip gelecek iki farklı istikamete giden bir yol ayrımında durdurursunuz arabayı. Birbirinizi ikna etmeye çalışır, aynı yola gitme isteğinde buluşamazsanız, arabayı orada bırakıp ikiniz de birer otobüse binip ilerlersiniz ayrı hedeflere.

Çok nadiren de olsa otoyolda giderken son sürat, birden bire sizi arabadan atabilir sevdiğiniz, güvendiğiniz insan. Neye uğradığınızı şaşırırsınız. Birisini bu şekilde ölüme terk etmek, ancak katillerin veya kötü niyetli kişilerin yapacağı bir şeydir çünkü. Tek kelime edilmeden, hareket halindeki bir araçtan, tüm koşulların elverişli olduğu otobanda son sürat giden arabadan atılmak… Hem şaşkınlıktan hem korkudan hem de yaralarınızdan büzüşüp kalırsınız. Bir süre ana karnındaki cenin gibi beklersiniz. İnsanın tehlike anında kendini korumaya alma içgüdüsü bunu yaptırır. Öğrenilmiş bir şey değildir, DNA’nızda vardır bu.

Olayın şokunu atlatınca, koskoca otobanda yapayalnız kaldığınızı anlayınca, içinizi bir korku kaplar, bir de cevabını bilmediğiniz ve sizi için için kemirecek bir soru: Neden? Araba sapasağlamdı, yol iyiydi, aynı istikamete gidiyorduk, karnımızı doyurmuştuk, ihtiyaçlarımızı gidermiştik, yolculuk güvenliğini tehlikeye atacak davranışlarda bulunmamıştık, benzin deposu doluydu, araba sağlamdı, araba sağlamdı, araba benimdi üstelik. Neden? Bir süre, arabanın geri gelmesini ve sürücünün sizi attığı yerden almasını beklersiniz. Bir hata yapmıştır, şakadır, kafası karışıktır, beni denemiştir deyip onu haklı çıkarmaya uğraşır durursunuz. Beklersiniz, beklersiniz, beklersiniz…

Aradan saatler geçmiş, gece çökmüş, gelen giden yok. Pek çok araç geçer yoldan, ama hiçbiri sizi görmez, hiçbiri sizin için durmaz. Herkesin ulaşmak istediği belli bir istikamet vardır. Siz yavaş yavaş yürümeye başlarsınız, çünkü artık karanlık ve soğuk, beklemenize engel olmaya başlamıştır. Kafanızın içinde sizi arabadan atan sürücüyü haklı çıkaran mazeretlerin yerini, kendinizi haksız çıkaracak ve olayın sorumluluğunu size atacak açıklamalar almaya başlar. Çünkü, hiçbir canlı suçsuz yere böyle bir kötülüğe maruz kalmayı benliğine anlatamaz. Mutlaka bir hata yapmışsınızdır canım, tanrı sizi unutmadı ya? Stockholm Sendromu başlar ve celladınıza sempati duyarsınız. Işıkları takip ederek karayoluna çıkan sapağa kadar yürümeyi başarırsınız. Kırıklarınız sızlarken topallayarak yürüdüğünüz o yol öyle uzun gelir ki, kanayan yaralarınızın acısını hissetmezsiniz kalbinizin acısından. Terk edilmek her canlıya aynı acıyı verir. Kalp ağrırken kırıklar ve yaralar utanır acımaya, ağrımaya. Kalbiniz acırken, umrunuzda olmaz kan kaybı. Kalp atmazsa, pompalayacak kan da olmaz ne de olsa. Kalp durursa, onu taşıyacak kemiğe ve bedene de ihtiyaç kalmaz nasıl olsa.

Sapaktan karayoluna dönmeden önce, son bir kez bakarsınız gelen giden var mı diye. Yok. Topallama, sürünmeye dönüşür takat kalmayınca, kırıklar yer çekimine karşı koyamaz. Binbir güçlükle, sürünerek karayoluna ulaşırsınız. Burada, sizi en yakın hastaneye taşıyacak bir araç bulursunuz kendi imkanlarınızla. Araç sürücüleri sizi severse ve insanlıktan nasiplerini almışlarsa hastaneye kadar size eşlik de ederler, kapının önünde bırakıp gitmezler. Kırıklarınız alçıya alınıncaya, yaralarınıza pansuman yapılıp durumunuz stabil hale gelinceye kadar başınızda beklerler de. Taburcu olurken de yanınızda dururlar.

İyileşince çıkarsınız oradan. Kendi başınıza yürüyebilecek ve ilk otobüsle evinize dönebilecek kadar güçlenmişsinizdir. Hatta, otostop çekip boş bir arabaya binecek kadar… Tabi, aklınızdaki o soru hala cevabını bulmamıştır: Neden? Bilemediğiniz için kimseye de diyemezsiniz başınıza geleni. Hiç öğrenemeyeceğinizi de bilirsiniz artık o saatten sonra. Birden kafanıza bazı şeyler dank eder ve neden arabadan atıldığınızı değil ama o arabanın nereye gittiğini anlarsınız:
Cehennemin dibine! 

25 Aralık 2011 Pazar

TEKNOLOJİDEN YORULDUM



Ne zaman unuttuk sevmeyi, birbirimize güvenmeyi? Ne zamandı en son birisine çırılçıplak sırtınızı emanet edişiniz? Onun bıçak saplamayacağından, sizi düdüklemeyeceğinden emin oluşunuz? Ne zamandan beri en yakınlarınızı bile yabancıymış gibi hissediyorsunuz? Ne zamandan beri aşık olduğunuz insanların ciğerinin beş para etmediğine, size pislikmiş gibi davrandığına ve bir an önce sizi başından atmak istediğine inanıyorsunuz? Çok uzun zamandır ve çok uzun zaman önce…

Ayo Technology’de Milow diyor ki, "Teknolojiyi kullanmaktan yoruldum." O sözleri yazan ellerini öper, yalarım Milow’un. Al benden de o kadar... Teknoloji hayatlarımızı iyice doldurduğundan beri –ki istila ettiğinden bahsetmiyorum. Artık istiladan çok öte bir şey bu, teknoloji olmadan tuvalete bile gidemez hale geldik- birbirimizden koptuk. Sadece birbirimizden değil, kendimizden bile koptuk. İçimizdeki insandan, içimizdeki çocuktan… Teknoloji, hücrelerimize kadar işledi ve yararlı organelleri bir bir söküp atıyor hücreden. Yakında bir nükleus bir mitokondri kalacağız.  Seçici geçirgenlik zaten tarih oldu. Artık geçici seçirgen olduk.  

Teknoloji, internet, sosyal medya, ilişkilerimizi ve ruh sağlığımızı nasıl olumsuz yönde etkiliyor, farkında mısınız? Teknolojiye karşı olduğum için yazmıyorum bunları. Ben de internetin ve sosyal medyanın, web 2.0’ın sayesinde bu yazıyı sizlere ulaştırabiliyorum sonuçta. Ancak, ortada bir sorunumuz var. Birileri, bizim internet başında daha fazla vakit geçirmemizi ve beynimizin uyuşmasını istiyor olabilir mi? Sosyalleşmek sandığımız şey, aslında çevremizden kopmamız olabilir mi? Bir güç, bizi birbirimizden koparmak için, birbirimize daha çok bağlandığımızı düşündürten bir tezgah kurmuş olabilir mi? Bunu bir komplo teorisi olarak algılamaya gerek yok. Ama bundan 15 yıl önce randevu verdiğimiz arkadaşlarımızla bugün artık cep telefonu olmadan, şehrin en belirgin noktasında bile buluşamıyorsak, teknolojinin hayatımızda çok ciddi değişikliklere yol açtığını kolaylıkla söyleyebiliriz.

Sosyal medya, ilişkilerimizi kangerene çeviriyor. En çok da duygusal ilişkilerimizi zedeliyor. Sevgilinin eski fotoğrafları içimizi acıtırken, başkalarıyla yaptığı yazışmalar veya paylaşımlar içimize kurt düşürüyor. Bizim eylemlerimiz de onun canını acıtıyor. Ortada fol fos olmasa dahi... Sevgililer birbirinin her şeyini bilmediklerinde daha mutluydular. Birbirlerini daha kolay kandırabildiklerinden değil… Cehalet mutluluk olduğundan…

Ayrılınca işler daha da kötü oluyor. Facebook’tan silseniz dahi bir şekilde eliniz o sayfaya gider ve onun en ufak bir eyleminden anlam çıkarırsınız. Off, çok kötü bir şey bu. Eski sevgililerimi Facebook‘ta sırf bu yüzden bloke ederim. Kazara elim gidip açmışsam da karnıma ağrılar girer. Sanki idam sehpasına götürülüyormuşum gibi kan ter içinde kalırım. Fazla hassasım değil mi? Ama içinizde, benim gibi hassas kalplerin olduğunu biliyorum.

Gelelim baştaki paragrafa… Ben bu sorulara verilen yanıtların da belirleyicisinin sosyal medya, internet ve teknoloji olduğunu düşünüyorum. Artık kimse kimseye değer vermiyor. Çünkü, elini sallasa internette onlarcasını bulacağını düşünüyor. Sizi kaybetse çok da bir şey ifade etmiyor ona. Siz dünyanın en değerli insanı olsanız da... Zaten değerinizi anlamıyor ki…

21 Aralık 2011 Çarşamba

ÇARŞAMBA MUŞAMBA 21.12.2011




Maya takvimine bir yıl kala…


Bugün 21 Aralık. Kış gün dönümü... En uzun gece... Hadi yırttık; bundan sonra günler uzayacak. Gecelerin uzun olmasını sevmiyorum abi. Psikolojimi bozuyor. Karanlık, insanı depresyona sokuyor. Kuzey ülkelerinin insanı niye depresif? Bundan işte. Güneş de görmüyor fukaralar, osteoporoz çok yaygın. O kadar da süt içiyorlar, ama yetmiyor şekerler. Güneşi görecen. Mahsun Kırmızıgül gibi olucan. Güneşi görmek için gerekirse 3 kıta, 2 okyanus aşıcan. O film vizyona girdiği sene mayıs sonuna kadar hava açmamıştı. Hep bulutluydu, kafayı yediydim. Benim gibi güneş enercisiyle çalışan bi insan için berbat bi durum. Film vizyona girdi, hiç unutmuyorum, 12 Nisan’dı tarih. Güneşi görmek için filmi izlemeye niyet ettim Allah rızası için. Neyse ki 3 gün sonra güneş açtı. Bataryaları ‘şarz’ ettik.

Bugünün bir anlam ve önemi daha var. Maya Takvimi’nin bitmesine bir yıl kaldı. 1 yıl sonra bugün Dünya patlayacak sananlarınız var. Öyle bir şey yok bea! Dünya’nın yok olması için kocaman bir göktaşının çarpması lazım. O zaman da Dünya değil, yaşam yok olur sadece. Dünya kendini birkaç bin yılda yeniler, üzerinde yeni yaşam türleri yeşerir. Dünya’da bu elverişli durum varken… Ha, ama böyle Ay kadar göktaşı veya kuyruklu bela gelip çarparsa, o zaman parça pinçik oluruz tabi. Parçalarımız 45 bin ışık yılı uzaklıktaki gezegene kadar gider (bkz. Dünyayı Kurtaran Adam). Fakat, Dünya’nın çevresinde daha büyük kütleli gök cisimleri varken, o aletin gelip bize çarpması da şans yani. Korkmayın. Bize bişey olmaz. Ben bize değil, Ay’a bir şey çarpacak da heder edecek diye korkuyorum. Ay biterse sen de bitersin. Sen ölürsen herkes ölür. İklimleri, okyanus akıntılarını, gel-gitleri Ay yapıyor panpitolar. Boru değil. Dünya’yı seveyim, Ay’a bir şey olmasın! Bence, not only save the planet but also save the moon, gençler.

Ha, bugünün benim içn bir diğer meali, sevgili kuzenim Pınar’ın doğumgünü olmasıdır. Kendisi İsviçre’de yaşamaktadır ve bugün takribi 17. yaşını bitirmektedir. Kendisine nice güzel yaşlar diliyorum. Öpüldün kuzen. İşviçre’den gelirkene çukulata getir.

Dangıl dungul Asterix


Obaa! Giriş yazısını amma abartmışım len! Sevgili panpitocuklar, bu aftanın magazin gündemine Memet Ali Birand (Erbil miydi yav?) damgasını vurdu. Besleyip büyüttüğü, telli duvaklı gelinlikle evlendirdiği kızları (kendi kızı değil) magazin basını tarafından görüntülenince “Onlar Vanlı. Besledik, yedirdik, içirdik, evlerine gönderiyoruz.” demiş. Bizim millet de öfke püskürecek adam arıyordu. İyi oldu. Buldunuz, saldırın anasını satayım adama. Vanlılar’ı incitirmiş, adamda insanlık yokmuş da bilmem neymiş. Abi alışamadınız mı Memet Ali Erbil’in fütursuz şakalarına. Bu adam böyle. Onu olduğu gibi kabul edip, dediği laflara fazla kafa yormayacaksınız. Yeri geldiğinde lafı çok da iyi gediğine oturtan bir insandır kendisi, ama ağzının ayarı yok işte. N'apıcaksınız? Ulan oğlum, belki adam Van için yüklü miktarda bağışta bulundu? Nerden bilyorsunuz? Em demiyor ki bunlar Vanlı depremzede diye? Sadece Vanlı diyor? (Benden iyi avukat olurmuş yeminlen) Erif bir dangıl dungul şaka yaptı diye güna keçisi ilan ettiniz. Neredeyse adamı depremden sorumlu tutacaksınız. Evet, kötü şaka, doğru. Adamı da savunmuyorum, ama olayı da bu kadar abartmaya gerek yok bence. Mali işte. (Bu paragrafta eksik olan arfi bulunuz.)

Sunum bir nohut, sun sun kokut

(Başlıktaki sun kelimesini İngilizce’deki güneş olarak okuyanı ornitorenk kovalasın!) Bu akşam Araştırma Yöntemleri dersimin sunumu var. AY 101 hehe. Hazırladım işte bir şeyler. Kafamı meşgul eden bir soruyla ilgili araştırma tasarımı hazırladım. Hani bu markalar diyorlar ya, öbür blogumuzda da yazdık, açın okuyun bir zahmet? http://savasma.blogspot.com/2011/11/skor-degil-islev.html  Ben de buna istinaden dedim ki, o zaman Facebook'ta hayran sayısı artan markanın satışlarının da artması lazım. Akşama sunum var. Helecandan ve korkudan dizlerimin bağı çözüldü. Sunumda heyecandan kokutmasak bari bebişler.

Lenovo ve Yurtiçi Kargo’nun insanı deli eden işbirliği

Bir de bizim kara komediye, vodvile, bürlesk güldürüye ve trajediye dönüşen bir bilgisayar hikayemiz var ki, yine savasma.blogspot.com adresindeki blogumda ilkini NEZLE DİYE GİTTİK BACAĞIMIZI KIRDILAR, ikincisini BİLGİSAYAR GERİ GELDİ AMA... başlığıyla kaleme aldım. Okuyun, ibret alın anacım. Ve aklınızda olsun, sakın Lenovo’dan kibrit çöpü dahi almayın. Anneme o kadar söylememe rağmen gitti aldı. Bir musibettir gidiyor, başımıza gelmeyen kalmadı. Her nevi kanaldan hakkımızı arıyoruz. Son çare olarak yasal yollar kaldı zaten. Hele bir geri gitsin cihaz Lenovo’ya da… Giderse tabi…

Ya bizde olsaydı? Hopdedix


Geçen gün Coca-cola’nın Portekiz için hazırladığı bir entegre iletişim çalışmasını izledim. Benfica’nın ürünlerinin satıldığı mağazada yere cüzdan bırakıyorlar. İçinde de Benfica’yla en büyük rakibinin maçı için bilet var, ama bilet karşı takıma ait. Diyorlar ki, bakalım cüzdanı kaç kişi yerden alıp mağaza görevlilerine verecek. Yüzde 95 müdüriyete (bu lafa da uyuz olurum) iletiyor cüzdanı. Tabi, cüzdanı verenlere hemen konfetiler yağıyor, şakşaklar çalıyor, peş peşe kolalar açılıyor içiliyor vs. (sanki şampanya patlatılıyor). İyilik, mutluluk teması işleniyor. Aman işte sizin gibi iyi insanlar kaldı mı ki, ödül size kola vs. deniyor. Güzel kampanya ne yalan söyleyeyim. Hem insanlığımızı ölçüyor hem de başarılı bir iletişim çalışması olmuş, bu videoyu viral kampanya olarak da internete yaymışlar. Herkes birbirine izletiyor. Biz de izleyip konuşuyoruz aramızda. Bu da ağızdan ağza bulaşıyor bir yandan.

Şimdi düşünün bir. Portekizliler ne kadar medeni ve hoşgörülü. Fenerium mağazasına bir Galatasaraylı’nın cüzdanını koyun. Hem de maçtan önce... Abovvv! Orada iç savaş çıkar. “Hangi Galatasaraylı bu mağazaya girme cesareti gösterdi!” diye ayaklanırlar. Müdüriyete gidip cüzdanı vermek şöyle dursun, “O Cimbomluyu bize verecen aga, ver onu dedik!” deyip adamları da döverler, kampanyayı yapan iletişimcileri de, Coca cola görevlilerini de. Rezalet çıkar şerefsizim! İşte o yüzden her türlü iletişim işini her ülkede aynı biçimde yapamıyoruk.

Büyük ikramiye çıksın mı, girsin mi?

Abilerim, ablalarım, yeni yıla 11 gün kaldı ve ben hala MP bileti almadım. Bu yıl bana çıkacak biliyorsunuz, kimseye şans tanımıyorum da, bilet almazsam nasıl çıkacak, onu da anlamış değilim. Bitmeden alsam bari.

Ev reklamı


Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörlerinden biri inşaat. Her yerde koca koca vinçler yükseliyor. Üstelik sadece büyük kentlerde değil, küçük şehirlerde de yeni konut ve iş merkezi projeleri hız kazandı. E tabi bunu satmak için de reklam/ilan vermek gerekiyor haliyle. Günümüzün teknolojisinde inşaatlarda kullanılan malzeme aşağı yıkarı aynı. Evlerin de özellikleri birbirine benziyor. Yatak odası, salon, mutfak, banyo vs... E artık hepsinde sportif ve sosyal tesisler standart neredeyse. Balkona bahçe tasarımı da ilginç gelmiyor. Yani artık, evleri satabilmeniz için projenizi diğerlerinden farklılaştıracak bir şey bulmanız lazım. Ortada alternatif de çok olunca, bunu ancak iletişim yoluyla sağlayabilirsiniz. Tamam, bunu anladık da, konut projelerinin ilanlarında ben abartıya kaçıldığını düşünüyorum. Zaten hepsi henüz temeli atılmadan satıldığı için reklamlarda gördüğünüz imajlar da bilgisayarda yapılmış görüntüler. Yani, gerçek değil. Ev bitince bakalım öyle mi olacak gerçekten... Hadi içi aynı oldu diyelim, ya dışı? Sanırsınız ki bütün projeler ormanın içinde veya deniz kenarında. Etrafında hiç bir şey yok. Bir bakıyorsunuz konumuna, gecekonduların arasında birçoğu. Ha bir de, koordinat bildirirken, çok matahmış gibi ifade etme durumu var. “Şehre 5 dakika” (Beylikdüzü’nde), “Bütün dünyanın yolu buradan geçiyor” (havaalanına yakın), “Yeşillikler içinde” (dağın başında), “Adalar manzaralı” (Adalar’ı teleskopla görebilirisiniz)… Şehre asla 5 dakika olamaz İstanbul’da hiçbir yer. Benim evim şehrin ortasında, işe gitmem en iyi ihtimalle yarım saat. Bir evin havalimanına yakın olması avantaj olamaz. Gürültüden sinir hastası olunur orada. Radyasyon da cabası… Dağın başındaki eve ulaşım zor olur. Adalar’ı teleskopla görebildiğim evin bana ne faydası var? Hayal satıyoruz işte, n’aparsınız. Ben de reklamcıyım, bir şey diyemeyeceğim daha fazla.

Hadi salıncakla kalın, haftaya tahterevalliye binmeyi unutmayın. Noel babalar öpsün sizi.

14 Aralık 2011 Çarşamba

ÇARŞAMBA MUŞAMBA 14.12.2011




Bu yazıları ben mi yazıyorum, kim yazıyor yahu? Nasıl olup da günler haftalar çabucak geçerken, şu iki Muşamba arası bana çooook uzun bir zamanmış gibi geliyor? Mantıklı bir izahı olan barnak kaldırsın. Hayır, bir de bu ara içim fena sıkılıyor, içi boşaltılmış diş macunu tüpü gibiyim. Sıkılmış sıkılmış, içinde kalan son diş macunu için kafam da bükülmüş sanki, höh desem canım da çıkacak yani. Ama bunun karşıt görüşünde olan atasözü de der ki “Sıkı can iyidir, kolay çıkmaz” (tight soul is good, does not get out easily). Evim ve okulum en çok huzur bulduğum yerler, ama onun dışında nereye gitsem sıkılıyorum. Devamlı derin derin iç çekip duruyorum. Annem kızıyor artık, yapma diyor. “Aşık mısın sen habire iç çekip duruyorsun?” diye soruyor. Ahh ah! Keşke aşık olaydım da bu kadar sıkılmayaydım. Aşık olunca salgılanan hormonlar insanı rahatlatıyor. Resmen sakinleştirici etki yapıyor. O kadar sakinleştiriyor ki, hiçbir olumsuzluk umrunuzda olmuyor. İşte buna, ‘aşkın gözü kördür etkisi’ diyoruz (love’s eye is blind effect). Her şey iyi güzel de o aşkın bitiş anı yok mu, işte o zaman tepetaklak oluyor her şey. Ayağınız yerden kesilmiş vaziyettesiniz ya? Terk edilince uçaktan serbest atlamış gibi yere çakılıveriyorsunuz. İşte o yüzden sabahları uyandığınızda yatağınızda krater varmış da siz de içine düşmüşsünüz gibi hissediyorsunuz.

Of neyse, ben sizi buraya gülmeye eğlenmeye, isyan etmeye çağırmıştım di mi, boşverin beni bakalım. Siz nasılsınız? Nasıl iş güç? Kayınpeder nasıl? Tansiyon ilacını düzenli alıyor mu?

Seda Sayan Erol Köse’ye karşı


Erol Köse’yi, Cenk Koray Ödülleri tören gecesinde dövmüşler. Oğlum koşun la kavga var kavga! Valla ödül töreni sırasında mı, çıkışta mı olmuş bilmem ama ben Youtube’da bir dayak girişimi videosu izledim. Linkini burada vermeyeceğim, böyle seviyesiz bişeyi görmeyin zaten. Ama adam dayak yememiş ki, dayak ‘yiyeyazmış’. Yanındaki tipler, girişimci arkadaşı durdurduğu için şovu izleyemiyoruz. Gerçekten de şov yani. Erol Köse, dayak atacak arkadaşı sanki gibi “Ulan bu herif kameraların önünde beni dövmeye kalkacaktı, nerde kaldı?” der gibi sağına soluna bakıyor. Aynı cümleyi tekrarlayıp duruyor gazetecileri oyalamak için. Çok danışıklı dövüş olmuş. Bana pek inandırıcı gelmedi. Hemen arkasından Seda Sayan’ın, kendi televizyon programında Erol Köse’ye meydan okuması iyiydi ama. Harbi kadın. Bir güzel saydırmış. “Erkeksen gel ulan!” diyor en sonunda da. Gözlerinden ateş saçarak… Kadın gerçekten sinirlenmiş, çünkü Erol Köse denen (şahsen basiretsiz ve gıcık bulduğum) adam Seda Sayan’a ve Mehmet Ali Erbil’e saydırıyor. “Onların ne olduğunu ben biliyorum. Biz 40 kişiyiz. Birbirimizi iyi biliriz.” diyor. Valla öyledir ya da değildir, bilemem, ama bunu diyen Erol Köse olunca inandırıcı olmuyor he mi?

Düğün sezonu açıldı, altınları görelim beyler


“İstanbul, 166.000 düğünle dünyanın en çok düğün yapılan şehri olmuş. İstanbul’u 114.000 düğünle Las Vegas izlemiş. Evlenmeye çok meraklıyız!” demiş bir arkadaş Twitter’da. Heee, öyleyiz. Boşanmaya da meraklıyız. TÜİK verilerine göre, 2006’da İstanbul’da 20.679 boşanma olmuş (sanki enflasyon rakamlarını açıkladım ha, habercilikten kalma jargon). Şair Evlenmesi’ni bildin mi? Şinasi’nin... Hah, işte günümüzdeki olay da Şair Boşanması. Ne oluyor insanlar akın akın gelip İstanbul’da evleniyor da? Memlekete veya kendilerine bir faydaları oluyor mu? Boşanıp gidiyorlar aha. 8 yıl flört ettikten sonra evlenip 4 ayda boşananı biliyorum. Demek ki neymiş? Evlilik kağıt üstünde durduğu gibi durmuyormuş. Evleneceğin kişiyi çok iyi seçmek lazımmış. Las Vegas’ın İstanbul’un gerisinde kalması da ilginç tabi. Orada yıldırım nikahı yapılıyor. Genelde çok sarhoşken evleniyor çiftler. Sabah hatırlamıyorlar bile. Hangover izleyenler bilir. Heh heh. Boşanmak için uğraş dur ondan sonra. Günah şehri işte. Günahı legal hale getirmek için icat etmişler ama astarı yüzünden pahalıya geliyor. Peki, Hindistan’daki düğün sezonu boyunca dünya altın fiyatlarının belirgin biçimde arttığını biliyor muydunuz? O kadar çok altın takıyorlarmış ki, piyasalara yansıyormuş. Yani, evlenecekseniz Hindistan’daki düğün sezonundan önce evlenin, takıları kapın, orada sezon başlayınca bozdurun. İyi para ediyor.

Fantezi, evlilikleri bitiriyormuş

Haber7 haber portalında Mehtap Kayaoğlu, fantezilerin evliliklerin sonunu getirdiğini savunuyor. Şimdi anladık mı neden boşanmalar bu kadar fazla? Yazısında haksız da sayılmaz. Çiftler uygunsuz ve sapkın videolar, filmler izliyorlar, sonra içlerinden biri eşini bunları yapmaya zorluyor, yapmazsa boşanmakla tehdit ediyor, evlilikler sarsılıyor, diyor. Doğru. Amerikalı bir yazarın, pornonun hayatımızı, evlilikleri nasıl mahvettiği üzerine bir kitabını okumuştum. O da aynısını yazıyordu. Hatta daha fazlasını. Pornoya sardıran erkek, karısından uzaklaşabiliyor. Yani işin bir de bu tarafı var. Hayatı pornolardaki gibi zanneden, pornonun idealize ettiği cinsel ilişkiyi normal sanan ve kendisininki öyle olmadığı için bunalıma giren erkekler ve kadınlar varmış. Oğlum durun bir sakin olun yahu! Film lan o film! Gerçek değil. İnsan izlediği şeyi gerçek hayattan ayıramıyorsa izlemesin daha iyi. Korku filmi izlerken korkmayı, yanındakinin elini tutmayı anlıyorum da, film bitince de hayatı böyle mi zannediyorsunuz yani? Aynalar filmini izleyince aynanın önünden geçmeye korktunuz mu yoksa? Porno izleyince etkilenmek de aynen böyle bişey. İzlemeyin o zaman.

Medyumlar iş başında


2011 bitiyor ya şimdi? Her yerde gelecek yıla ilişkin tahminler, geride bırakmaya hazırlandığımız yılın değerlendirmesi falan yapılıyor. Klasik yıl sonu geyikleri. Peki sizce 2012’de ne olacak? Twitter’daki arkadaşların fikirlerine göz attım da, Fenerbahçe’nin şampiyon olacağı en güçlü tahminlerden biri gibi gözüküyor. Sakın bana laf atmayın, kulağınızı deler, küpe takarım! Cimbomluyum oğlum ben. Ama ortada da Fener’in allem edip kullem edip şamyion olacağına dair tahmin var. Ne yapayım? Bu gerçeği gizleyeyim mi sizlerden? Dile getirmeyeyim mi? Peki başka neler var? “Erol Köse kesin biriyle tartışacak, pampiş konusunu unutturacak yeni bir olay olacak, saksıda çiçek satışı artacak.” “Seneye görüşürüz esprisine daha fazla dayanamayan bir grup genç bütün arkadaşlarını vahşice katledecek.” “14 Şubat’a yalnız girecek olanlar şöyle diyecek: arkadaşlarımla daha çok eğleniyorum.” “Türkiye'ye şeriat gelecek! Kadın erkek ayrı yerlerde çalışacak. Tecavüz yasallaşacak. Tayyip ölümsüzleşecek!” “12.12.2012’de evlenecek 20541354 gerzek çift bulabilirim.” “Biscolata reklamlarına yeni karakterler eklenecek. Brezilyalı, Alman, İngiliz hatta bizim Türk erkeklerinden biri bile olabilir.” Hehe. Benim de tahminim şu yönde: 21.12.2012’de Maya takviminin sonu geldiği için kıyametin kopacağını düşünenler, bir önceki gün sevdikleriyle vedalaşacak. Hatta, bazıları işi abartıp, içlerinde kalmasın diye samimi itiraflarda bulunacak.

Biscolata demişkene

Biscolata, reklam işini iyice abartıp üç tane seksi erkeği kadınları yemlemek için kullanmış. Fransız, İspanyol ve İtaylan. Ama hiçbiri de gerçek erkeğin yanından geçmiyor. Biri plajda dans ediyor, yağmurda gitar çalıyor, öbürü sanatçı, bir diğeri boş zamanlarını sahilde koşup kas yapmakla geçiriyor. Yani bu reklam, kadınlara hakaret ulan! Kadınlar, siz salaksınız hehe, bizim ürünlerimizden almanız için sizi iyice aptal yerine koyup hayal dünyasının en tepe noktalarında gezdiriyoruz. Fantezi işini de iyice abartıyoruz, demek bu. E az önce ne dedik? Fanteziler yuva yıkardı. Vallaha hiçbir erkek bu reklamları karısına izletmez. Ama, işin feminist boyutu da var. Ekranda ve diğer mecralarda hep idealize edilmiş ölçülerde kadınlar boy gösterirken erkeklerin ağzının suyu akıyordu, sıradan kadınlar da sevgililerinin/eşlerinin suları akarken gıcık oluyordu. Şimdi biraz da kadınların ağzının suyu aksın bakalım. Erkekler de görsün, nasılmış eşinizin başka birine bakması! Hıh!

Peki ya reklamda Türk erkeği olsaydı?

Savaşma swoosh! adlı blogumda, bu reklamların videolarını bulabilirsiniz: savasma.blogspot.com

Türk erkeğine ilişkin yorumum da şöyle:
Hey yavrum! Acaba Batesmotelpro bu reklamların parodisini yapar mı ki? Kıllı, göbekli, kel ve bıyıklı bir Türk erkeği çıkıyor: "Ben yağmurda kadın dövmekten, televizyon karşısında karnımı kaşımaktan, plajda kadınları taciz etmekten hoşlanırım. Kadını kolundan tuttuğum gibi yerlerde sürüklerim, bildiğim tek sanat arabesktir, tespih sallamaktır!" diyor. Ve soruyor: "Benim modum öküzlük. İster misin?"

13 Aralık 2011 Salı

ARAP SAÇINA DÖNDÜM



Bu ara hayatım arap saçı gibi hakikaten. Neden mi? Ne bileyim ya? Canım sıkılıpduru (Egeli ağzı). Öyle işte. Çok derin mevzular, hiç girmeyeyim, çıkamayız.

Haftasonu, biraz gülelim, eğlenelim diye arkadaşlarımın yazıp oynadığı Arapsaçı isimli komediye gittik. Yeni Tiyatro grubunun iki perdelik komedi oyunu, her pazar Beyoğlu Old City Comedy Club’ta, saat 19:30’da izleyiciyle buluşuyor.

Baştan uyarayım: Oyun öyle aman aman komik değil. Lakin, oyuncular çok komik. Çok iyi oynuyorlar. Kadro nefis. Serkan Atar, Mithat Subaşı, Serkan Genç, Zeyno Üstünışık, Pelin Yoru ve Osman Dursun’un performansları koca bir alkışı hak ediyor. Arkadaşlarım dediysem, hepsi de konservatuarlı veya bu işin eğitimini iyice almış kişiler. Elleri de kalem tutuyor. Tutmasa oyun yazabilirler mi zaten? Özellikle, Mithat’ın oyun ve senaryo yazma konusundaki yeteneğine ve becersine laf söyletmem. Serkan Atar’ın da performansına şapka çıkarırım. O kadar doğal oynuyor ki, oynuyor mu, yaşıyor mu anlamıyorsunuz. Zaten iyi oyunculuk budur. Fiziksel performansı da şahane. Mithat, Serkan’ı fiziksel performansıyla da ön plana çıkaracak bir oyun yazmış. Öyle ki, oyunun bir yerinde Serkan, bacaklarını yerde 180 dercee açıp oturuyor. Yani “şpagat açıyor.”


Diğer arkadaşlar da oldukça başarılı. Osman çok iyi bir oyuncudur ki bu oyunda da özellikle bonus kafasıyla göz doldurdu. Hehe. Serkan Genç de ‘keser bıyığı’yla hayli igli çekiyor. Zeynep ve Pelin ile orada tanıştım, beğendim. Yolları açık olur inşallah. İkisi de çok güzel kızlar. Yakında dizilerde görürsünüz.


Efenim, oyunun konusu şöyle: Ebru (Pelin Yoru) ve Gülay (Zeynep Üstünışık) isimli iki kız kardeşe aşık olan Orhan (Osman Dursun) ve Ahmet (Serkan Atar), kızlarla bir dağ evinde mahsur kalır. O sırada eve, Gülay’ın aşığı Reşat (Serkan Genç) gelir. Reşat, cinayete meyilli, ancak kadınları öldürmeyen bir kabadayıdır. Orhan ve Ahmet de bu yüzden kadın kılığına girer. Her şey bununla kalsa iyi. Orhan Ebru’ya aşık olduğu halde, Ebru da ablasının sevgilisi Ahmet’e aşıktır. Yani, ilişkiler ve duygular tam bir arap saçına dönmüştür. Dağ evinde mahsur kalan bu beş kişi, yollar açılana dek birbirlerini idare eder. Ancak, Ahmet’in işi herkesten zordur, çünkü sevgilisi Gülay’ı Reşat’tan korumaya, Ebru’yu kendinden uzak tutmaya ve hayatta kalmaya çalışmaktadır.

İşte böyle karmaşık bir ortamda, karmaşık ilişkilerin ve duyguların olduğu bir oyun. Ve bu karmaşıklığın yol açtığı komik olaylar… Hadi bakalım, ayıklayın pirincin taşını.

Gidin seyredin derim. Biz çok eğlendik.


Yalnız, Yeni Tiyatro grubu arkadaşlarıma bir itirafım var, bunu da hemen söyleyeyim, yoksa sonradan vicdan yaparım ben.

Giriş 20 TL idi; ben öğrenci indiriminden yararlanıp 15 TL ödedim arkadaşlar. 

7 Aralık 2011 Çarşamba

ÇARŞAMBA MUŞAMBA 07.12.2011



Merhabalar değerli muşambacılar. Bu yazıyla, Muşamba’nın 4. sayısını idrak ediyoruz. Vay be, nice 4’lere, 4x25=100. sayılara diyelim o halde. Lakin, geçen haftadan beri yalnızca bir hafta geçmesine rağmen, bana sanki daha uzun bir zaman geçmiş gibi geldi. Nedendir bilinmez, diyemeyeceğim, çünkü biliyorum. Geçen hafta epey yoğundum. Gennaration yaptım. Sizlere ‘gennarate’ ettim yani. Onun yoğunluğu, misafirim geldi, onu gezdir, sınava gir, okula git, ders çalış vs derken başım döndü. Başım da Dünya’nın tersi yönüne döndüğü için zaman bana daha yavaş geçmiş gibi geldi. Dünya’yla aynı yönde döneydi o zaman görürdünüz siz! Adımı Döndü mü yapsam ki?

Neyse işte, böyle çılgın bir temponun içindeyiz. Başbakanın programını geçtik valla. O da yazık, ameliyat oldu, yeşil sahalardan uzak kaldı, evinde diyneniyor. Kendisine geçmiş olsun diyelim. İyileşsin, kalksın ayağa da yoğun programına başlasın. Onun yokluğunda ben oradan oraya yetişicem diye teptilim şaştı.

İlüminati nedir bilin mi?


Şimcik, İlüminati diye bir örgüt, bir yeraltı yapılanmasından söz ediliyor. Ergenekon’un Avrupa uzantısı olduğu iddia ediliyor(!) Daha önce duyanınız olmuştur. Duymadıysanız yuh, çüş, pıs diyorum. Dan Brown’un Melekler ve Şeytanlar adlı eserinde sözü geçen yüksek bilimsel (!) örgüttür kendisi. Bunlar yıllar yıllar önce Haçlı ordusunun askerleriyken birtakım kutsal emanetleri korumakla görevlendirilmiş Tapınak Şövalyeleri olarak tayin edilmişlermiş vs. Sonra derken günün birinde öyle bir kutsal emanete ulaşıyorlar ki, aklınız durur. Onunla tüm dünyayı ele geçirme hırsı başlıyor bunlarda. Ve millete şantajlar yapıp kök söktürüyorlar. Buldukları da lami cimi değil ha, Papa'nın falan ses kaydını buluyorlar, Fransa Kralı’nın, Alman Kayzeri’nin falan… Efendim işte, Avusturya Macaristan veliahtı Ferdinand’ın Macar arşidükü Yanoş’la çekilen samimi görüntülerine falan ulaşınca, tüm dünyaya şantajla hükmetmeye kalkıyor ve büyük başlara meydan okuyorlar. Dünyanın gücünü elinde tutan merciler de bakıyorlar ki bunlarla başa çıkılmaz, Papa bir kısmını Malta’ya, Vahdettin’in yanına sürgüne gönderiyor, bir kısmını katlediyor. Kalan diğer kısım da saklanıyor canını kurtarmak için. Ve yeraltından eylemlerine devam ediyorlar. Tıpkı Saddam… Bu gizli örgütlenmelerinin adına da İlüminati diyorlar. İlüminati, aydınlanma, ışıklanma demek. Milleti aydınlatıp, dini dogmalardan kurtaracaklar güya. Adı oradan geliyor. Din safsatadır, tek gerçek bilim, liselim, kuzu kurdun, Oxford’un gibi yazılar yazdırıyorlar kamyonların arkasına. Derler ki, çok ünlü bilim adamları vs bunların adamıymış.

Haa, konuya nerden geldik? Şimdi efenim, bunların bir web sitesi var. Günlerdir 7 Aralık, yani bugüne geri sayıyormuş da millet yusufçuk olmuş. Ee? N’oldu geri sayım? Bitti. Sayaç sıfırladı. Havaya mı uçtuk? Bişey olduğu yok. Twitter’da dünya çapında yükselen konu başlığı (trending topic dersem canım topik çekiyor) olmuş. E tabi bunu gören de İlümanti’nin resmi web sayfasını açmaya çalışmış. Şimdi açılmıyor. Aşırı yüklenmeden site, sen git çök. Işıklarda çevirme var.

Bu olayın, tam da benim Michael Sikkofield rumuzlu yazarın blogunu keşfetmemle aynı güne denk gelmesi de ilgincime gitti. Geri gel. Adını Prisonbreak’teki yahuşuklu ve kel Michael Scofield’dan alan bu arkadaşın çok enterestik bir blogu var. Sırf bu konulara odaklanmış. Dünya düzeninin nasıl kurmaca, hayatın aslında ne kadar kandırmaca olduğunu anlatıyor. Belgeleriynen de ispatlıyor. Merak eden gitsin baksın. Michaelsikkofield.blogspot. Fakat, kendisi blogunu en son 5 Ekim’de güncellemiş, bu 7 Aralık mevzuyla ilgili bişey yok. Üzüntü ve muz gabığı.

Kızgın bir kuş donmuşmuştu, telefonuma konmuşmuştu


Şu Angry Birds nedir yaa? Gören duyan var mı? Dünyanın en çok indirilen aplikasyonu, lakin bir allahın kulunun da telefonunda görmedim hee! Kızgın Kuşlar diye Türkçesi de çıktı boynunu kopardıklarımının!! Allah aşkına, kızgın bir kuşun size caydırıcı gelen bir tarafı var mı? Caydirigubbak Emine. Eli belinde, somurtuk iki tane kuş. Vur kafasına öldür! O kadarcık canı var, bir de bana oradan kızıyor mızıyor böyle tripler falan. Metroya bunların bir akrabasının resmiyle reklam yerleştirmişler. Beni ne doktorlar, ne mühendisler, ne kasaplar istedi, hepsine de gittim diyor. Ee? Meğersem kendisi nakit parayı temsil ediyormuş. Kirli olduğundan, hijyenikliğini kaybettiğinden bahsediyor. Yuh! Resmen bekareti ima etmişler. Sizin reklamcılık anlayışınıza!.. Kadın koysalar hakaret olur diye tribal kuş koymuşlar!! Otur, sıfır! Kuş beyinli seni!

Asterik  oberik  hopdedik

Geçen hafta trajik, trajikomik bir olay yaşadık. Van depremi sonrası oluşan enkazları kaldıran bir vinç, enkaz altında kaldı. Yıkmaya çalıştığı bina çökünce vinç operatörü, beton yığınlarının altında kalıverdi. Böyle bişey başka bi ülkede yaşanıyor mudur? Nedir? Yaşanmıyordur be baba. Van’daki binaların enkazından depremzedeleri çıkarırken kurtarma ekiplerinin ağzı açık kalmıştı. Bu nasıl bina yapmak, unufak oluyor, dağılıyor beton, diyorlardı. Böyle bir sorumsuzluk, açgözlülük, cahillik olabilir mi? Kimler neden çalıyor malzemeden? Bu memleketin bilinçli müteahhitleri yok mu? Tüm müteahhitler hırsız mı kardeşim? Biriniz de sağlam bina yapın be! Konması gereken kadar demir koyun, deniz kumu karıştırmayın harca be! Nasılsa deprem olmaz, mı diyorsunuz? Amaan, boşver, o binada ben oturmiycam ki, mi diyorsunuz? Hiç mi aklınıza gelmez, bir felaket esnasında çok sevdiğiniz birilerinin o binanın içinde bulunma olasılığı? Ya da o esnada o binanın yanından geçme olasılığınız? Göğün 7 katı tepenize iner inşallah!

At, avrat, b*k kokusu


Pazar günü ailecek Büyükada’ya gittik. İstanbul demeye bin şahit isteyen ama bunun için ödüllendirilmesi gereken bir yer. Zaten o 1000 şahidi de bulmayalım n’olur, orası hep öyle kalsın. Gittik gezdik bi güzel. Hava da şahaneydi. Yürüdük, yüdürük, balık ekmek yedik, fotoğraf çektik, faytona bindik. Vapırda simit-çay yaptık. Hehe. Her şey iyi güzel de, şu adanın at ve at pisliği kokusu yok mu, tek kötü tarafı odur herhalde. Motor sesi olmadığından sessizlik insana iyi geliyor. Kulağınız dinleniyor. Fakat bu sefer de burnunuz yoruluyor. Ada sakinleri artık duymuyorlardır büyük ihtimalle kokuyu. Ama, gezmeye gidenler için zor bir durum. Burnuna eşarp bağlayıp içine de parfüm sıkıcan. Başka türlü çekilmiyor. Bir de temiz hava, yürüyüş ve sessizlik çarpıyor adamı. Dönüş yolculuğunda vapurda herkes sızdı. Benim de uykum vardı da rahatsız koltuklarda uyuyamadım.

Yalnız, bir teşekkürü borç bilirim. Kahve Dünyası’nda masa bulamadığımız için bizi masasına buyur eden, giderken de hesabımızı ödeyen beyefendi, bu yazıyı okuduysa kendisine teşekkür ettiğimizi bilsin. Ama şunu da bilsin: Garson kız, bizi beraberiz sanarak hesabı birlikte kesmiş. Sanırız ki siz de bu duruma itiraz etmediniz. Kesenize bereket.

UNICEF buzdolaplarına para sıkışma yılı


Bu yılı Birleşmiş Milletler, buzdolaplarının bozulma yılı ilan etmiş herhalde. Ay bitse de kurtulsak şu 2011! Zaten sevmem tek yılları. Çift yıllar bana daha iyi geliyor. Etrafımda o kadar çok kişi buzdolabının buzulduğundan bahsediyor ki… Benimki de bozuldu, merak etmeyin. 400 lira sıkışmış. Ben gene iyi yırtmışım, 600 lira sıkışan var. Gitmiş yenisini almış arkadaş. İyi etmiş. İstanbul’un buzdolaplarının bozulma sebebini anlayamadık valla. İlüminati’nin işi olduğunu düşünüyoruz. Başka ne sebebi olabilir? Bu bozulanlar yepyeni aletler bir de, 20 yıllık değil. En eskisi 5 yaşında. Yepyeni alet nasıl bozulabilir ki? Bence İlüminati, şehrin gerilimiyle falan oynayıp buzdolabı motorlarını bozdu. Küresel ısınmayı engelliyor. Çünkü, buzdolabı soğuturken dışarıya ozonu delen sıcak gaz salıyor (!). Daha akla yatkın açıklaması olan buyursun beri gelsin.

Osterik osterrayh ostriç

Bir arkadaşım var. Tişört ve takı tasarımı yapıyor. Biraz klasik tarzda yani, spor değil. Hanım hanımcık tişörtler ve takılar yapmış, bir mağazaya vermiş satılsın deyu. Ben de dedim ki, senle bir zıpır seri yapalım. Tişört üstlerine yazılar yazalım. Yazıları ben tasarliyim, tişörtleri sen. Oturdum, yazı düşündüm. Hep gavurca yazıyor tişörtlere değil mi? Halbuki Türkçe yazsa iyi olma mı? Utanıyonuz mu dilinizden? Allah sizi n’apmasın? Bildiği gibi yapsın. Bakın şimdi. Mesela bir kız tişörtü tasarladım. Gece kulübünde falan giyilecek bir model. Önünde “Bu gece seninle gelemem” yazıyor. Hehe, asılan olursa deyu. Arkasında ise “Ocakta yemeğim var”. Yani, ben klasik ev kızıyım, yemek vs yaparım. Beni evleneceksen al götür, yoksa senle işim olmaz. Ama artık bar dışında da adam bulunmuyor, diyor bir nevi. Bunun gibi bissürü tasarım var işte. Burada hepsini anlatamam. Tasarlayınca görürsünüz tişörtleri. Serinin adı da WTF. Ne anlama geldiğini tahmin edersiniz artıkın.

Ve bu haftalık da muşambayı burada örtüyoruz. Bir atasözüyle bitirmek istiyorum nedense: Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede, it iti dakkada bulur.

Hadi, kar bir an evvel yağsın da dağlara gidin, kayın.

29 Kasım 2011 Salı

ÇARŞAMBA MUŞAMBA 30.11.11



Bu hafta gündem epey yoğun. Gerçi, Türkiye’de gün geçmiyor ki gündem de değişmesin ama, gün geçmiyor diye diye yılları devirdik, kimse farkında değil. Yine de bu haftanın gündemi kalabalık ve yer yer neşeli. Zira, AB başmüzakerecimiz Egemen Bağış, Leonardo da Vinci’yi saygıyla andığı esprisiyle tüm Türkiye’nin sempatisini kazandı.

Ben kamyon sürdüm, Leonardo da Vinci (gülüşmeler…)


Aslında Leonardo da Vinci günümüzde yaşasaydı, bu, espri değil gerçek olabilirdi. Zira, kendisi ressam, mimar ve inşaat mühendisiydi. Yaşadığı dönemde bu üç mesleği ayıracak keskin sınırlar olmadığından elinden iş gelen, hepsini yapıyordu. Bir inşaat mühendisi olan da Vinci de büyük ihtimalle şantiyede vinci kullanır, resmi de hobi olarak yapardı. Ressamlık Türkiye’de meslek sayılmadığından (adamı da Türkiye’de çalıştırdım ya, helal bana!) ve ressamlar aç kaldığından, da Vinci mühendis maaşıyla nispeten daha rahat eder, mesleğinde ilerleyince de şantiyeden ofis işine geçerdi. Hatta, belki büyük şirketlerin yurt dışındaki iştiraklerinde görev alırdı. Fakat, da Vinci’den ziyade burada kritik olan, Egemen Bağış’ın yapmış olduğu bu soğuk espriyle ortam sıcaklığını mutlak sıfıra yaklaştırması ve anaokulundan beri bunları (utancından) ağzına alamayan yurdum insanının, içindeki tüm soğuk esprileri kusmasıydı. Arkadaş, milletin de içinde varmış. Bahane oldu da döküldüler eteklerindeki taşları. Çünkü, bu şakalar o kadar iğrenç ki ortalama bir ortamda bile yapılsa, insanı toplumdan dışlatır, karizmeyi çizertir. Peki, Egemen Bağış yapınca iyi mi oldu? Olmadı. Avrupa Birliği süreci artık daha çetrefilli. Çünkü, AB Parlamentosu'ndaki aşırı sağcı bir milletvekili, Bağış’ı şakacı bulunca, kendince komik bulduğu bir şey yaptı. Adamcağızın gözüne, çizerini mahkemelere düşüren bir karikatür göstermeye kalkınca skandalımsı bir kriz oldu. Adam adeta “Sen o kadar kötü espri yapabiliyorsun da, senin memleketinde şaka yapılınca karikatürler neden davalık oluyor?” diyordu. Neyse, Bağış akıllı davranmış da soğukkanlılığını kaybetmemiş. Provokatör milletvekili de rezil olduğuyla kalmış. Ege-man ve kainatın hakimleri, bendeniz Titrex.

Anketörler ve pazarlamacılar giremez

Ama biz gireriz. Ben hem anketörüm hem pazarlamacıyım farz edin ki. Giremez miyim? Girerim. Girdim bilene. Acımam, girerim şerefsizim! Efenim, blogumuzun sol üst köşesinde yer alan anketimiz bugün sona eriyor. Bir zahmet, bitmeden şu ‘internette filtre’ konusunu oylayalım beyler! Büyük çoğunluğunuz filtreye karşı, anket bunu ortaya koyuyor. Ramazan’da fitresini ödemiş bir kesimin olduğunu bilmek de beni duygulandırdı. Başınızın gözünüzün sadakası olsun. Yarın yeni anket devreye girecek. Yeni anket ne olsun diye onu da mı oylasam acaba?

*** (asteriks)


Kasım bitmeye yüz tutunca, yeni yıl/yılbaşı moduna girdik. Yapmayın agalar! Sona yaklaşırken neden dörtnala koşarsınız yılbaşlarına? Sonuçta her geçen gün, ölüme daha çok yaklaşıyoruz. Ortalığı sarmış yılbaşı süsleri, ışıkları, Noel ruhu. Yılbaşı biletleri de piyasaya çıktı. Büyük ikramiye 40 melyon. Valla kusura kalmayın, bu sene bana çıkacak. Zırnık koklatmam! Çok borcum var. Kendime harcayacağım. Yıllardır yapmak isteyip de yapamadığım ne varsa yapacağım. Gazeteciler de “40 milyonla ne yapılır, şu kadar ev alınır, şu kadar araba alınır” muhabbetine girmesin hiç. Neden hep maddiyata yönelik şeyler sunarlar? Neden “şu kadar çocuk okutulur, şu kadar fakir ailenin karnı doyurulur, şöyle iş kurulup da şu kadar insana istihdam sağlanır veya bilmem ne kadar ağaç dikilir” demezler? Ya da biri sorsun bakalım, 40 milyonla Aycan Türk ne yapar? Bir kere, borçlarını öder. Sonracıma, önümüz kış. Bütün kayak merkezlerinde, en sevdiği yakınlarıyla birer hafta kayak tatili yapar. O arada okula da gider. Kar eriyene kadar kayar da kayar, snowboardu söker atar. Hatta, yarışmalara katılacak kıvama gelir. Sonracıma, kış bitiminde kendine bir ev alır, dünyayı gezer. Seneye ilk dönem Erasmus’la yurt dışına gider, gelince de kendine iş kurar. Çalışır, ıkınır, sıkınır, parasına para katar.

Asteriks  oburiks  obeliks

Sibel Can son 9 yılda 177 kilo vermiş. Arkadaş, ne yedin de o kadar kilo alıp verdin? Hayır, ben son 9 yılda Sibel Can’ın kilo alıp verme dışında bir haberle gündeme geldiğini de hatırlamıyorum ki. İnsan neden sadece kilolarıyla PR yapar? İyi bişey mi? Sesin güzel, tipin güzel; ver kurtul. Dikkat et, alma bir daha. Bir de spor yap. Spor yaşamın direği. Vallaha! Ben de baharda sporu bıraktım beri, önlenemez şekilde kilo alıyorum. Kilolarım direnişe geçti, gitmemekte ısrar ediyorlar. Defolun lan!

Asterix  hopdediks  aztex

Kilo olayım yetmiyor, bir de ileri derecede miyop-astigmatım ben. Sol göz 9,25, sağ göz 7,50 olmuş. Resmen körüm yani. Gözlük ya da lens olmadan göremediğim gibi, duyamıyorum da. Hani insan burnu tıkalıyken tat da alamaz ya, onun hesaaabı. Ha, o da yetmiyor, bir de asimetrik paralel proplemim var. Fücudumu diklemesine ikiye böl (sihirbazlar yapabilir aslında) sağ başka, sol başka insan. Sağ ayağım daha büyük, sol omzum daha yüksek, sağ kaşım daha kısa, sol yanağım daha köşeli, sağ bacağım daha kalın vs. Aynada kendime bakarken kişilik bölünmesi yaşıyorum. Bu nasıl bişey ya rab! Bu asimetri en çok müzik dinlerken hayatımı olumsuz etkiliyor. Zira, sağ kulağım c, sol kulağım C büyüklüğünde ve kulaklık takınca soldaki düşüyor. Yolda yürürken kulakta durmuyor. Çıldıracam!!! En sonunda gidip DJ boy hayvan gibi kulaklık takıcam, o olucak!

Hazderiks  huzderiks  yallah


Bu ara acı bibere taktım. Anamın memleketten (Bodrum) gönderdiği acı biberler şahane! Mor biberleri dalından koparıp kurutmuş, kıpkırmızı olmuş, bir güzel tadı var, aklınız durur. Bazı restoranlarda eroin diye isteyin, yoğurdun içinde getiriyorlar. Ama onlar koca koca. Benimkiler minicik. Ayrıca, ben yoğurtlayıp horoin yapmıyorum. Ekmek arası yiyorum. Oh mis! Yedikten sonra uzun hava çekiyorum, ta Van’dan duyuluyo. Şaka şaka! Metabolizma tavan yapıyor, terlemeye başlıyorum, kış günü cayırdıyorum resmen. İçten ısıtmalı bir sistem oluyorum. Dışarısı karmış, buzmuş, ayazmış, vız geliyor, tırıs gidiyor. Dağa kayağa gidince götürücem. Artık Jagermeister out, horoin in. Fakat, annamadığım bişi var. Bizim biberin benzeri olan jalapeño biberini Meksikalılar yiyor. Hadi, sıcakta yemelerine bir lafım yok, mikrobunu öldürür, iyidir de, arkadaş, ben o kadar biberi yiyince “Suuuu!” diye dağlara taşlara tırmanıyorum, sağa sola koşturuyorum, bu adamlar nasıl siesta yapıyor, belli değil. Bir de araştırdım, jalapeño (halapenyo), Halep’ten mi geliyor diye. Alakası yok. Anavatanı kapı gibi Meksika’ymış. İsim benzerliği.

Buraya bi başlık atamadım, siz bulun bi tane

Acı dedim de aklıma ne geldi, bakın. Geçenlerde kabaca bir hesap yaptım. Neden insanlar hayatlarında birisi varken mutlu, yokken mutsuz olduklarını düşünürler diye. Aslında, birisi varken de mutluluk yok. Ben buna aşk-mutluluk endeksi diyorum. Diyelim ki hayatınızda 1000 birim mutluluk var. Ama siz bununla yetinmiyorsunuz. Ne kadar birime ihtiyacınız olduğunu da bilmiyorsunuz. Bildiğiniz tek şey, bunun yeterli olmadığı. Sonra birden bire hayatınıza dingilin biri giriyor, 20 birimlik mutluluk getiriyor. Ancak, aşk bu ya, kıskançlık, üstüne düşmeler, kavgalar, anlaşmazlıklar, kaprisler vs derken 100 birimlik mutsuz oluyorsunuz. Ne oldu? 20-100=-80. Bu da size 80 birimlik acı olarak yansıyor ve genel mutluluk endeksiniz 920’ye düşüveriyor. Bence melekler ipe sapa gelmez şeyler için imza toplayacağına, aşk acısının yok olması için toplasın. Acı, sadece biberde olsun. Şimdi, değer mi 20 birimlik mutlu olucam diye onca acıyı çekmeye? Aşk acıdır, aşk acıtır. Gerisi fasa fiso. Fiskobirlik.

Asterikis  miçotakis  histerix

Şimdi bu yazıyı sağda solda paylaşınca ‘like’ verecek bir kısmınız (e bu kadar duygusal baskı yaptım, verin zaten). Ama sorarım, ‘like’ size yetiyor mu? Ben Facebook’tan rica ederim, ‘like’ın yanına başka butonlar da eklesin. Mesela ‘gıcık ol’, ‘alkışla’, ‘ipleme’, ‘alnından öp’, ‘tüh’, ‘vah’, ‘hadi ya’, vs. İhtiyaç var.


Bu haftalık da bu kadar sevgili çocuklar. Annem, Öyle Bir Geçer Zaman Ki izliyor ve gıcık oluyor; tansiyonu, kolesterolü tavan yapıyor. “Bu kadar kötülük şeytanın aklına gelmez. Senaristler nerden buluyorlar bu kadar kötülüğü?” dedi. “Bence, içlerinde kalan ne kadar hınç varsa diziyle çıkarıyorlar.” dedi. Olur mu, olur.

Dizinizin bu sezon final yapmaması dileğiyle…

22 Kasım 2011 Salı

ÇARŞAMBA MUŞAMBA 23.11.11



Onaylıyor musunuz?


Türk insanının şu kendini onaylatma huyu yok mu, beni öldürüyor. Bilmiyorum, başka kültürlerde de var mı? Onaylatma kültürü mü, kıltüyü mü, karar veremedim. Birisi bir şey anlatır, “Ben de ona ‘beni eve bırak’ dedim. İyi demiş miyim?” veya “Abi elin karısı çalışıyor, benimki de çalışsın. Haksız mıyım?” yahut “Ne kadar da hain insanlar bunlar ama. Yanlışım varsa düzelt.” der. Bu huyumuz içimize öyle bir işlemiş ki, onay almadan iş yapabilme yeteneğimiz bilem yok. Çağrı merkezi aramalarınızı hatırlayın bir bakalım. İşleminizi yapmadan önce “Onaylıyor musunuz?” diye soruyorlar. Altına doldursan, ‘onaylıyorum’ demeden seni tuvalete götürmezler maazallah! Halbuki ben vermişim sana talimatı yapman için. Ve fakat öyle insanlar var ki… “Ben sana yap dedim, ama onayladım mı?” diyerek üste çıkabiliyorlar. Suç kendilerindeyse bile muhataplarına atabiliyorlar. Neyse ki artık görüşmeler kayıt altına alınıyor. Çağrı merkezi çalışanları rahat nefes alıyor. Onlar da insan ama, de mi?

Dijital ayrılıklar

İnternet, mobil vs. icat oldu, mertlik bozuldu. Eskiden insanlar sevgililerinden ayrılmak için yüz yüze görüşmeleri tercih ederlerdi. Siz de sizi terk edenin suratına bir tane tokat atıp hıncınızı alabilirdiniz. Ya da aldatıldığınızı öğrendiğinizde, sevgilinizin yüzüne tükürebilirdiniz. Şimdi öyle değil. Bir SMS’tir, e-postadır gidiyor. Telefon bile değil. “Telefon edersem ayrılmayı istemez, bana yalvarır, onunla mı uğraşıcam?” diyerek maille ayrılan var. Üşenip SMS ile “Ben artık devam edemiycem” diyen de... Ha, bir de onu bile yapamayan hayvanlar var. Taş devrinde yaşıyor sanki deyyus! İletişim sıfır! Ulan bari mağara duvarına iki çiziktir de ayrıldığımızı bilelim! Bir de evrimin dördüncü aşamasında kalmış, homo sapiens sapiens olamamış maymunsu organizmalar var ki, onlar da birinden ayrılıp ertesi gün Facebook’ta falan yeni sevgilileriyle fotoğraflarını boy boy afişe ederler. Onları da Allah tez günde evriltsin, ne diyim.

Her şeyin bir bedeli var.  Askerliğin de…

Bedelli askerlik çıktı, hayırlı olsun. 30 yaşından gün alanlar 30 bin lira ödeyerek askerlik sırasını savacak. Her bir yaş için 1000 lira gibi bişey... 21 gün zorunlu eğitim de yok. Üstelik, bedelin yarısını başvuru sırasında, kalan yarısını da başvurudan sonraki 6 ay içinde ödeyebiliyorsun. Bugüne kadar 125 bin kişi bedelli yapmış. Bu dönemden de 460 kişinin yararlanmasını bekliyorlarmış. Paralar da şehit ailelerine gidecekmiş. Bütün bunların ne esprisi mi var? Yok. Olayın kendisi yeterince espri konusu yapıldı zaten. Her şeyin bedelini ödetiyorlar işte. Ben de bi halt yedim, bedelini ağır ödüyorum, ne var?

Twitter’da Boğuş rüzgarı, kasırgası, hortumu…


Geçen hafta Twitter’a ve cümle sosyal mecraya şarkıcı Boğuş, afedersiniz (ağız alışkanlığı), Doğuş bombası düştü. Çırılçıplak vücudunu sadece münasip yerinin önünde tuttuğu saksıyla örten Doğuş kardeşimiz saksıyı çalıştırdı ve müthiş bir reklam yaparak bütün hafta kendinden söz ettirdi. Tabi bu olay, sahte Doğuşlar’ın doğuşuna da çanak tuttu. Çiçeği, saksıyı eline alan, fotoğraf çektirip internete yükledi, doğuşing diye bişey çıktı. Komik ama tixinç be baba! Hele ki Doğuş’u yukarıdan çekmemişler mi… Kafası kocaman bacakları minicik çıkmamış mı? Fena oldum! Oran /orantı yok. Nedir bu yalebbim? Bari alttan çekeydiniz, heybetli dururdu yahu!

Twitter kuşu s*çtı


Hemen gittim piyango bileti aldım. Bişey çıkmadı. Çıksa burada mı olurum hem? Kafama sıkar giderim, deeermişim! Nasıl oldu, sorgulamaya gerek yok. Boğuşun çıplak resmini merak edenler siteyi kilitlemiş. Ulan, yemediniz içmediniz, her şeyi twitlemeye mi kalktınız nedir? 140 karakter yazmak için siteye giremedim şerefsizim! Bir su dökmek için saatlerce tuvalette sıra beklemek gibi... Ama, o kuşların umrunda mı ki? Almışlar koca balinayı uçuruyorlar, baksanıza… Hayat boş, eğlen coş. Bu slogan da kuşlara kapak olsun!

Monitöre böcek girmiş gördün mü amanını yandım

Bir arkadaş, Facebook’ta feryat ediyordu geçen gün. “Yardım edin a dostlar! Bilgisayarın monitörüne nasıl olmuşsa böcek girmiş. Gezip duruyor. Daha da çıkmazsa basacam üstüne şeltoksu!” diyordu. “O değil, ölürse orada ölü piksel gibi bi karartı kalacak.” diyordu. Ben de merak ettim tabi. Böceğin ölmesi bir yana, şeltoks bir çözelti görevi yapıp ekranın pekmezini akıtırsa, diye telaşlandım. Halbuse, bana ne ki de mi? Arkadaşımın bilgisarayı. Böceğiyle börtüsüyle onun. Uğraşsın dursun.

Bebekle mücadele teknikleri


Bu velet nasıl bi şeyse artık, annesi babası onu beşiğe bağlayıp ç*küne de hortum takmaktan başka çare bulamamış. İlk başta bebeğin tarafını kolluyor insan. “Vay insafsızlar! Vay vicdansızlar! Bunu yapan insan olamaz!” diyesi geliyor da, bir de anne babaya sormak lazım. Kim bilir, neler etti onlara da bu hale geldi? Zaten halinden memnun gibi bakıyor. Bence istediği buymuş. Demek ki ne yapmıyormuşuz? Altımıza kaçırmıyormuşuz. Beşikte rahat duruyormuşuz. Zırt pırt ağlayıp kafa şişirmiyormuşuz. Anne babamızın da insan olduğunu, onları da bir ananın doğurduğunu unutmuyormuşuz! Şaka bi yana tabi de, böyle anne baba olacaksanız çocuk yapmayın daha iyi. Yazık lan.

Bu iş yerinde görev vardır

Her gün Atv-Sabah binasının önünden iki kere geçmekteyim. İş icabı… Orada üç yıldır bir yazı duruyor: Bu iş yerinde grev vardır. Bu nasıl grev, anlayan beri gelsin. Blekberi. Ne yayında bir aksama var, ne de haber veya yayın kalitesinde bir gerileme. Televizyon da gazete de yayınlarına tam gaz devam. Grev öyle mi olurmuş ki? Ben hiç grev görmedim, yapmadım ama bunda bir gariplik yok mu yani? Topluca işi bırakırsın, kapıda halay çekersin, hayal kurarsın. Sendika ile işveren oturur sohbet eder,küfürleşir, çay içer. Sonunda bir anlaşmaya varılır. Birkaç gün sonra bir orta yol bulunmuş olarak çalışanlar işine döner ve işler kaldığı yerden devam eder. Atv-Sabah’ta durum öyle değil. Orada grev değil, görev var. Kimsenin grev aşkıyla çalıştığını sanmıyorum şahsen.

Hayal kırpıklığı

Bu aralar yaşadığım hayal kırıklıklarının haddi hesabı yok. Aşk, iş, para, yemek, yol, sigorta… O kadar ki, kırık da oldu kırpık kırpık da. Kimi toz pembe ve pamuksu-pofuduk hayal şu an kırpık kırpık, tiftik tiftik vaziyette. Daha katı olanlarsa tuzla buz... İnsanın hayatında metrekereye 7 hayal kırıklığı düşer mi arkadaş? Çok yoğun yaa! Vallahi kaldıramıyom artık, belim ağrıyor. Gel sırtımı çiğne diyeceğim biri de yok ki. Akşama gideyim de sıcak suya yatayım barik.