14 Mart 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 14.03.2012


Merhaba sevgili Muşamba toplumu,

Dün kapkara bir haber ile sadece ülkemiz tarihine değil, insanlık tarihine kapkara bir leke daha sürülmüş oldu. Aslında, o leke 19 yıl önce sürülmüştü ama, dün 'temizleriz, bu lekeden kurtuluruz' sanmıştık. İz bırakacak olsa da… Öyle olmadı. 37 kişinin yanarak can verdiği Madımak olayları, zaman aşımı nedeniyle tarihe gömüldü, gitti. Dava düştü.


Bu kara haber ile birlikte benim de tansiyonum düştü. Bunu gören iş arkadaşımın ayağı takıldı, kızcağız yere düştü. Zaman aşımı kararını duyan halk, sokaklara, yollara düştü. O esnada bir başka sebeple borsa düştü. Borsa beni ilgilendirmez, insanlık ayaklar altına düştü. Düşen, dava değil insanlığımızdı, namusumuzdu, adaletimizdi, hukukumuzdu.

Bir yandan tüm TV kanallarında başbakanın meclisteki grup toplantısı yayınlanmaktaydı. Başbakan, Sivas olaylarına hiç değinmedi, yüzüm düştü. Davanın düşmesini protesto edenlerin yaptığı eylemde, kalabalığın üstüne biber gazı sıkıldı (Her ne hikmetse, Madımak’ı yakanların üstüne sıkılmamış, olayı güvenlik güçleri izlemekle yetinmişti), bu haber medyaya çok geç düştü; konu, kısa geçildi.

Davanın düşme haberi, anında Twitter’a düştü; #sivastazamanasiminahayir, “tt” oldu. Birkaç saat içinde mesele unutuldu, Twitter’dan düştü. Belki de birilerinin müdahalesiyle mevzu da zaten gündemden düştü.


Sivas konusu gündemden düşünce benim de içime bir şüphe düştü. Ne çabuk tüketir olduk her şeyi, dedim. Bir haberi protesto etmeyi bile tüketilecek bir meta haline getirdik, konuştuk; bitti, dedim. Çekirdek gibi çitleyip attık, dedim; çekirdek kabukları yerlere düştü. 

Bu haberler konuşulurken, Konya’da eğitim uçuşu yapan bir F-5 uçağımız düştü. 'Yıldız' pilotumuz şehit oldu; pilotun ailesinin ocağına ateş düştü; ateş, düştüğü yeri yaktı. 

Avrupa’nın en büyük adalet sarayını yapıyoruz diye övüneduralım, adalete olan güven halk arasında ne yazık ki düştü. Pankart açan gençlere 15 yıl veren adalet, 35 kişiyi yakanların davasının defterini kapatınca, o gençler de bir anda gözden düştü.

Ben Muşamba için komik ve eğlenceli şeyler yazayım diye yırtınırken gülmek, eğlenmek, gündemimde geriye düştü.


Çok mu düştüm üzerinize? Dilinizden düşürmezsiniz artık beni. Düşe kalka geçinir gideriz.


Gökten üç elma düştü: Biri Adem ile Havva'ya, biri Newton'un kafasına, biri de Steve Jobs’a… Apple’ın değeri 515 milyar dolar olmuş. Hayırlı olsun. Yeni iPad de piyasaya daha yeni düştü.

Keşke bütün olan biten, ben uyurken yaşanmış olsaydı da uyandığımda “Tüm bunlar birer düştü” diyebilseydim.

Düşenin dostu olmaz.

“Karanlığa küfredeceğine bir mum yak!” sözü vardır Çinlilerin. Oysa Sivas’taki olay tam tersi cereyan etti; karanlığı isteyenler ateş yaktı; biz şimdi ateşe küfrediyoruz. Ateşten korkutuyorlar bizi. Bir mum dahi yakmayalım, karanlıkta kalalım diye…

8 Mart 2012 Perşembe

MUŞAMBA 08.03.2012


Sevgili Muşamba,

Bu hafta yazımızı perşembeye erteledik. Neden mi? Çünkü dün yazıyı yazıp, ekleyip, gönder tuşuna basmayı unutmuşum. Tıpkı, fırına yemeği koyup açma düğmesine basmamış bir ev hanımı gibi, yemeğin pişmesini beklemişim saatlerce. Hehe, şaka şaka. Yok öyle bir şey. Dünya Kadınlar Günü’nü bekledim.


Sabah işe geldim, masamda kırmızı bir karanfil, kapında sırılsıklam, görürsen bir gün şaşırma. Sana sarı laleler aldım Japon pazarından… Neyse, gözünüz kalmasın. Sağ olsunlar, bu iş yerinde kadınları unutmuyorlar. Yılda bir gün çiçek verip gönlümüzü hoş ediyorlar işte.

Oysa kadınlar, yılın diğer günleri her türlü şeye maruz kalıyor şu hayatta, öyle değil mi? Memlekette kadının hali içler acısı. Bir toplum ne zaman adam olur, biliyor musunuz? Kadınları ihya olduğu zaman... Okuma yazma bilmeyen, aile içinde ve dışında şiddete maruz kalmayan tek bir kadın bile kalmadığı zaman… Çünkü, topluma yeni evlatlar kazandıran da kadınlar. İki üç tane sığınma eviyle, mahalle arasına göstermelik el sanatları kursu açmakla ihya olmaz kadınlar. Zihniyet değişmeli. Bunun için de yasalarda ciddi değişiklikler yapılmalı ve bunlar topluma çok iyi anlatılmalı.

Neyse ki kadına şiddet uygulayan kişilere elektronik kelepçe veya bileklik takılmasına imkan sağlayan kanun tasarısı, TBMM Adalet Komisyonu’nda kabul edildi. Tabii, uygulanabilirse… Zaten önce tasarının cumhurbaşkanının onayında geçip yasalaşması gerekiyor. Şimdiden hayırlı olsun. Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.

* * *

Bu kış sesim mahvoldu. Her geçen gün biraz daha çatallandı, en sonunda rahmetli Laura Branigan’a benzedi. "You take my self control" dediğimde fark ettim. Önce, “Dumandan gevremiş, tütsülenmiş sesimle Adele'e rakip olabilirim. Eurovision’da Can Bonomo'ya vokal mi yapsam?” diye düşündüm. Çünküm, ne yazık ki uykuda geçirdiğim süre haricinde bütün gün etrafımda fosur fosur sigara içiliyor, İstanbul'un havası zaten duman… Duman da benim sesime iyi gelmiyor. Zaten Duman gurubunu da sevmem. Yazın gayet iyiyim. Kaloriferler yanmaya başladığından beri buğulu bi' sese sahibim. Tahriş edici…


Sigara demişken, Türkiye'de 1925 yılında 2 milyar 420 milyon adet olan sigara tüketimi yıllar içinde atarak 1999 yılında 114 milyar 400 milyon adete ulaşmış. Sigara tüketimi, 2000 yılından itibaren başlayan düşüşle 2011 yılında 91 milyar 210 milyon âdete kadar gerilemiş. Vay arkadaş, sigara içmesek demek ki memleketin havası daha temiz olacak, heee.

Bu arada, bilmiyorsanız söyleyeyim: Alkol ve sigara birlikte içilirse daha zararlı oluyor; ağız içi, gırtlak, yemek borusu, karaciğer ve pankreas kanserlerine davetiye çıkarıyormuş. İçmeyin diyoruz o kadar, boşuna demiyoruz. İlla birilerinin akciğerlerinizi dışarı çıkarıp size göstermesi lazım, değil mi? Bakın, sahte alkol üreticileri bile sizi sizden daha çok düşünür olmuş. İnsafa gelmişler, millet ölmesin, sürünsün diye sahte içkiye daha az alkol, daha fazla su katmaya başlamışlar.

Sahte alkol üreticilerini tutuklamışlar, hapse koymuşlar. Ortaçağ usulü endüljans satanları da tutuklamışlar. Fakat bence, cennetten tapu alabileceğine inandığı için para ödeyenleri de tutuklamalılar. Adam, 'cennetten arsa veriyoz, ev veriyoz!' diye 11 kişiyi kandırıp, 6 milyon lira çarpmış. Her saf, kendi uyanığını yaratır. Ona inananın hiç mi suçu yok? Üstelik, o 11 kişiden biri de emekli öğretmen. Onca insan yetiştirmiş. Bu saflıkla, ne olacak bu memleketin hali, şahsen çok merak ediyorum. Kesin başıma bi'şey gelecek. Ne de olsa, insanın başına ne geliyorsa ya meraktan ya da...

Muşamba’yı bitirirken sizi kargalarla baş başa bırakıyorum. Candan Erçetin'in uyanık olmayı öğütlediği şarkısı... Bugünlerde dikkatle dinlemeye ihtiyacımız var. Gözlerimiz net görmez oldu sevgili Muşamba. Hakemin gözüne gözlük! They take our self control, diyorum size inceden. Öperim yanağınızın kulaklarınıza yakın kesiminden. Yer yer ıslak öperim.



P.S: Sol üstte yer alan ankete de bir tık atalım plz.

4 Mart 2012 Pazar

PAZAR SENFONİSİ



Pazar akşamı, Yalova'dan feribotla Yenikapı'ya geliş: 75 dakika. Yenikapı'dan Taksim'e geliş: 15 dakika. Taksim’den Beşiktaş'a geliş: 30 dakika. Sebep: Beşiktaş-Trabzonspor maçı. Maçı sadece kadınlar ve çocuklara açtıkları için ortalık genç kızlar ve birkaç anne kaynıyordu. Taksim Meydanı, bu kadar kadını bir arada görmemiştir. ‘Sporun güzel yüzü’ diyelim buna. Beşiktaşlı kızlardan bazıları türbanlıydı. Trabzonsporlu kızların ise sadece birkaç tanesinin başı açıktı. Neymiş? Maç sadece kadın ve çocuklara açı olsa da, trafik çilesi bitmiyormuş.

* * *

Eğitim sisteminde 4+4+4 modeli, bence AKP’nin aleyhine olacak. Neden mi? Şimdi birçoğumuz, çocuk işçiliği artacak, okula devam azalacak, kızlar kocaya verilecek, okuldan alınacak, imam hatip liselerine girişin yaşı küçülecek, dindar/yobaz nesiller yetişecek, diye endişeleniyoruz ya? Bundan endişelenmesi gerekenler, aslında bu sistemi en çok isteyenler olmalı. 8 yıllık zorunlu eğitim yokken, okullaşma oranı daha düşüktü. Kızlar erkenden okuldan alınıyor veya okutulmuyor, evlendiriliyordu. Çocuk işçiliği daha fazlaydı. Bu da toplumun en alt kesimlerinin bazı imkânlara erişimini engelliyordu. Ancak, eğitimde fırsat eşitliğiyle beraber, toplumun en alt tabakasındaki/en uç kesimlerindeki çocuklar bile ortaokul, hatta lise okudu; daha fazla kız okula gitti, erken yaşta evlendirilmekten kurtuldu; daha az çocuk küçük yaşta çalışmak zorunda kaldı. Bu da daha fazla sayıda gencin meslek sahibi olması, makûs talihini yenmesi, daha iyi bir geleceğe kavuşarak ailesini de kurtarması gibi fırsatların önünü açmış oldu. Şu an AVM’lerde tüketerek ekonomiye can veren bir yapay orta sınıf varsa bu, biraz da bu sistemin eseridir. Çocukları 10 yaşında kendi yolunu çizmeye bırakır, ailelerin kız çocuklarını okuldan almasına, erkekleri çalıştırmasına veya evlatlarını din eğitimi alsın diye imam hatiplere göndermesine sebep olursanız ne olur biliyor musunuz? İleride erişemedikleri, mahrum bırakıldıkları her fırsat ve olanak için sizi suçlarlar. “Toplumun marjinlerinde kaldık, alt sınıftık, hep böyle kalacağız, bizi buna mahkûm eden elitler utansın!” diyerek sizi suçlarlar. Tam da ‘ülkeyi elitlerin boyunduruğundan kurtardık’ derken çok küçük yaşlarda çocukları eşitlikten mahrum bırakırsanız bu toplumu yine o hiç sevmediğiniz elitlere mahkûm edersiniz. Çünkü imkânı olan ve biraz eğitimli her aile (geçmişte ‘elit’ olarak nitelendirilen aileler), çocuğunu üniversiteye kadar okutacak ve meslek sahibi yaparak iş hayatına hazırlayacak. Ancak, eğitimini tamamlayamamış gençler, ne yazık ki, iş bulmakta zorluk çekecek; imam hatipliler de ilahiyat okumak zorunda kalacak ve iş dünyasında, yeterince donanımlı olamadıkları için, kendilerine yer bulamayacaklar. Her ilde üniversite kurularak amaçlanan diplomalı toplum yaratma projesi de sekteye uğrayacak. Şimdi tekrar düşünelim: Dindar nesil yaratmak mı daha iyi olur, meslek sahibi olabilecek nitelikte bir nesil mi?

* * *

Cumartesi akşamı kapımı zorlayarak evime girmeye çalışan hırsız! Evet sen, soldaki esmer ve siyah montlu olan! Muvaffak olamadığına sevindim. Çünkü kapıyı açıp içeri girdiğine, inan, değmeyecekti. Performans/ganimet değerlendirmesinde düşük puan alan bir ev seçmişsin. Ölçek ekonomilerinde 1 birim mal üretmekle 1000 birim mal üretmek aynı maliyete çıkıyorsa, 1000 birim üretirsin, değil mi evladım? Senin için de benim evime girmenle çok fazla ganimet toplayacağın bir eve girmen aynı maliyet, ancak elde edeceğin sonuç çok farklı. Ha, benim eve giremedin, git şansını başka yerde dene, demiyorum sana. Fakat eminim ki şu hayatta çalmadan da yapabileceğin güzel işler var. Üstte yer alan, eğitimle ilgili yazımı senin için yazdım. Küçük kardeşin de senin gibi olmak zorunda kalmasın diye... Kendine saygını asla kaybetme, bu işleri kendine layık görme. Senin atanla benimki aynı. Ben o  kadar aciz değilsem, sen de o kadar aciz olamazsın!

29 Şubat 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 29.02.2012


Ey Muşamba milleti,

Aşağıda yazılanı iyi oku. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi diye değil, ibretlik bir paylaşım olduğu için diyorum. 
Atatürk yaşasaydı ve Facebook’ta bunu paylaşsaydı, “like” ede 
ede, “share” ede ede bir hal olurdunuz. Okullardan 
kaldırılması düşünülen hitabe diyor ki:

Ey Türk Gençliği!


Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.


Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.


Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!


Şimdi durup dururken bunu neden mi paylaştım? Canım istedi. Eğitim sistemi yine değişiyor arkadaşlar. E, haklısınız, “İki senede bir sistem değişir mi?” dediğinizi duyar gibiyim. Değişir. Değişmek zorunda kalacaktır, çünkü zaman hızla akıp giderken teknoloji, bilgiye ulaşma biçimimiz ve düşünce yapılarımız da değişiyor. Yani, bir sistemi ilelebet sürdürmek için ısrar etmek büyük hata olur. Buraya kadar anlaştık. Ama 8+4 mü, 4+4+4 mü, ilk dört seneden sonra ne olacak, gibi muğlak konuları netleştirirken, toplum vicdanına da kulak vermek gerekiyor herhalde. İçinden çıkılmaz bir hal aldığı için ben de üstünde kafa yormayı bıraktım. Durumun vahametini anlamak için üstteki paylaşımı bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. Eğitim sistemi parçalara bölünerek ülkenin getirilmek istendiği bir nokta olsa gerek sevgili Muşambacılar, değil mi? Muhtaç olduğunuz kudret, beyninize takılacak çipte yer almadan önce, Atatürk’ün bilmem kaç yıl evvel yaptığı uyarıya kulak vermekte fayda var.



Asteriks hüptrix popderix

Kadınlar arasında bir Biscolata efsanesidir gidiyor. Ne erkekler onlar ama! Her biri Adonis! Aman yalebbim! Erkeklerin sinirini kaldıran reklam. N'oldu? Zorunuza mı gitti beyler? En dandik ürünün reklamında bile çıplak kadınlar, ilik gibi vücutlarıyla kol gezip size göz banyosu yaptırırken, siz karılarınızın, sevgililerinizin yanında o vücutlara ağız sulandırırken iyiydi, değil mi? Kadınlar da doğru dürüst erkek görünce hepinizin foyası meydana çıktı. Kel, göbekli ve bıyıklı olduğunuzu hatırladınız ve kıskandınız değil mi. Hepiniz reklama b*k atıyorsunuz. Gerçek değillermiş! Sizin ağzınızın suyunu akıtan kadınlar da gerçek değil o zaman. Gerçek olan kadın, aha da resimdeki teyzedir. Kapmış gül gibi delikanlıyı. Kanlı canlı kavramış abiyi. Olay budur. Helal olsun teyzeme!




Pastörix  tetrix matrix

Kadınların bu evlilik düşkünlüğü meselesi beni benden alıyore. Her kadın aynı değil tabii. Ben de bir kadınım, ama evlenmeyi hayatının amacı edinmiş kadınlar garibime gidiyor. Onların başka niyeti olduğunu düşünüyorum. Keza, bunu da evlenme programlarında görüyoruz. Eş değil finansör arıyor hatunlar. Oraya gelmeden önce tembihlenmişler adeta. “Çulsuzsa gitme aman, parası, evi varsa fare de olsa git!” Sonuç ortada. Bir gram abartı yok bu karikatürde yemin ediyorum.



Bomba bomba bomba



Biraz da çevremizin sesini dinleyelim. Amerika, dünyanın öbür ucuna elini uzatır, İran'ı atom bombası yapmakla, dünya güvenliğini tehdit etmekle suçlarken kendi yediği naneyi görmezden geliyor. Ama biz alıştık, değil mi? Amerika bu, yapar. Hepimizin boğazını keser, sonra uzakta birisi bıçakla bir başkasını tehdit ettiğinde kahraman kesilir ve hem bıçak tutan kişiyi hem de boğazına bıçak dayanmış kişiyi öldürür. Sonra da "Yes, we can" der. "Demokrasiyi getirdim hehe" der. Eyvallah Amerika, sağ ol. Sen de olmasaydın kim nükleer deneme yaparak dünyanın anasını belleyecekti? Tabii, bir tek sen değilsin günah keçisi. Diğer ülkelerin ettiğini de yadsımamak lazım. Yaptıkları nükleer denemenin sayısı kadar bombayı atmalarına hiçbir zaman gerek olmayacak oysa. "Birisi bomba atar da dünyayı yaşanmaz bir yer yaparsa ne yaparız!" deyip zaten her gün bombalıyorlar anasın satayım. Bu adamlarda ne kafası var, harbiden merak ediyorum.

Ha, bir de bunlar yetmezmiş gibi, İran'ın uranyum zenginleştirme projesinden ödleri patladı. İyi de, o adama uranyumu zamanında siz vermişsiniz. Hem siz yaparken iyi, başkası yapmasın mı? Oldu canım!

Ha, bir de işin öteki yüzü var: Ne hikmetse, Akademi de gitti Oscar’ı İran'a verdi, şaştım kaldım. Bir nevi baltaları gömme operasyonu muydu acaba? İsrail'in de bir filmi adaydı, ama ödülün İran'a gitmesi şaşırtıcı, hatta süprik. Stratejik bir karar olduğunu düşünüyorum. Kesinlikle tarafsız değil.

Of yahu, bu hafta ne çok siyaset yaptık düz ovada, ayak üzeri. Gelin, biraz da dağda siyaset yapalım. Kış bitmeden dağlara gidip kayalım. Zaten bu kış uzun geçeceğe benziyor. İstanbul’a yılın beşinci karı yağdı ve her yer buz. Nisan sonuna kadar kayılır dağlarda, ben size diyim beybi.


Dipnot: Bugün 29 Şubat diye iğrenç espriler yapmaya kalkmayın. Dört yılda bir gerçekleşen bu duruma biraz saygınız olsun lütfen. Dünya, Güneş'in etrafındaki dönüşünü kolay kolay tamamlamıyor. Ne badireler atlatıyor, bilseniz...

22 Şubat 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 22.02.2012



Ey Muşamba ahalisi! Nasılsınız bugün? Geçtiğimiz bir hafta boyunca ne yaptınız kendiniz ve sevdikleriniz için? Ya ülkeniz için? Gazete okudunuz mu? Okumadıysanız hiç okumayın zaten. Basılı gazetelerin hepsi yandan yandan vurur olmuş. Şöyle karşıdan bakan bir tane gazetemiz kalmamış, affedersiniz. En iyisi mi, internetteki birkaç tarafsız haber portalını seçin siz. Gözümün akıyla sarısını ayırın, akını poğaçanın içine, göz bebeğimi üstüne kullanın. İyyy, iğrençsiniz!

İstanbul seni döver sen beni döversen

İstanbul çok pahalı bir şehir oldu çıktı. Dün Beşiktaş'tan çift katlı ekspres otobüse bindim. Hakikaten ekspres ha! Duraklarda durmuyor, sadece ‘yolcu varsa alırım belki’ diyerek yavaşlıyor. Yolcu yoksa tekrar hızlanıyor. Avrupa Konutları-Kabataş hattıymış. Levent’ten geçiyor diye bindim. Resmen geçirdiler bilet ücretini. 2,95 tee lee gitti İstanbul Kart'ımdan. Öğrenci indirimli 1 liraya gittiğim yola 3 katını verdim. Ha bu da bize ders olsun!

İstanbul’da sadece ulaşım değil, her şey pahalı. Attığın her adıma depozito ödüyorsun, geri adım atınca paranı iade ediyorlar. Kiraya, suya, yemeğe, eğlenceye dünyanın parasını harcıyoruz. Sırf "İstanbul'da yaşıyorum, uluslararası bir firmada departman şefiyim" diyebilmek için şu eziyeti çektiğimize inanamıyorum. 15 milyon enayi yaşıyor bu şehirde.

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethederken peygamber efendimizin vasiyetini yerine getirdiğini düşünüyordu. Nereden bilebilirdi İstanbul'un gün gelip de ırzına geçileceğini, kalbine kocaman kocaman hançerler sokulacağını, kirletileceğini, ayarıyla oynanacağını? O sandı ki yedi cihana buradan hükmedecek, İstanbul'un önünde tüm cihan devletleri saygıyla eğilecek, İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ve dünyanın finans merkezi olacak, 2016 olimpiyatları burada yapılacak. Zaman makinesiyle şehrin şimdiki halini ziyaret etme şansı olsaydı bence almaktan vazgeçerdi Fatih, İstanbul'u.


Fatih demişken, Fetih 1453 filmi de vizyona girdi; hayırlı uğurlu olsun. Gişelerdeki yoğunluk azalsın ben de gideceğim izlemeye. Görüşlerimi paylaşırım. Şu an çok yoğun bir ilgi var filme. İzleyenler beğeniyor, eleştirmenler de filmi topa tutuyor. Neymiş? Kendimizi övüp düşmanı aşağılıyormuşuz! Siz hiç düşmanı yücelten bir savaş filmi gördünüz mü? Amerikalılar, madara oldukları Kore ve Vietnam maceralarını anlattıkları filmlerde bile düşmanlarını yerden yere vururlar. Kimsenin de sesi çıkmaz; hatta o filmlere Oscar verilir. Atalarımız Orta Asya'dan geldiğinden beri ilk kez bir fetih filmi yapıldı memlekette, onu da yerden yere vurdular. Yazıklar olsun! Hepinizin üstüne muşamba örtesim var. Orta Asya, Orta Asya olalı böyle eziyet görülmedi!

Türklüğü aşağılamak, benim çocukluğumda yaşadığımız toplumsal aşağılık kompleksinin dışavurumu haline geldi. Ezelden beri nedir bu aşağılık kompleksimiz, bilmem. Bu kadar şanlı geçmişi olan bir millet, o kadar aşağılık olduğunu düşünüyorsa, yükseğe çıkmak için neden bir şey yapmıyor o halde? Türklüğe dil uzatmak, geçmişinden utanmak soysuzluktur yani. Başka bir şey değil. Hangi evlat annesini inkar edebilir? Yazıklar olsun o annenin emzirdiği süte! Karnında taşıdığı 9 aya! Helal etmez valla. Yapar bunu anneler. Gazabından koru yalebbim!

Film, filmdir. Belgesel değildir. Filmde kurgu olur. Bire bir gerçeği yansıtmak zorunda değildir. Başroldeki oyuncu da Fatih’e benzemiyor ona kalırsa. Hokka gibi burunlu bir delikanlı bulmuşlar. Fatih’in burnu, kemerli Osmanlı burnuydu. (Kemerburgaz)

Ya neyse gençler, sizi de bunlarla sıkmayayım. Benim canımı sıktılar diye sizin kafanızı şişirmeyeyim şimdi. Efkardan tinerci minerci olursunuz, başıma kalırsınız.

Asteriks  asteriks  asteriks

Sene bin dokuz yüz çift sıfır… Gene bir ekonomik kriz sonrası varımı yoğumu kaybettiğim bir akşam arkadaşlarla toplandık, bir büyük rakı deviriyoruz. Konu evlilikten açıldı. ‘Ah ah! Nerde o eski evlenme merasimleri’ dedik. Eskiden, erkek ile kız kendi aralarında sözlenirdi. Sonra da erkek, kızı istemeye giderdi. İsteme işi onaylandıktan sonra nişan yapılırdı. Nişanın üstüne de çeyiz düzülür, ev hazırlanır, tarihi geldiğinde düğün yapılırdı. Düğünden önceki gece kına gecesi olurdu. Nikah için de belki ayrı bir merasim… E, haliyle de 40 gün 40 gece düğün dernek yapılır, alt tarafı yasal olarak çiftleşecek iki insan için toplumun tüm birimleri seferber edilirdi. Aileler, kendi aralarında çeyiz meselesi yüzünden sürtüşürdü. Çeyizi onlar mı kullanacak sanki? Evet. Aileler hiç gitmezdi ki yeni çiftin evinden. Hayırlı olsuna gelenler rahat bırakmazdı gelinle damadı. Düğünün üstünden kısa bir süre geçince de ‘bebek var mı? Aa? Yok mu’ muhabbetleri. Süre uzarsa ‘tüh tüh, neden olmuyor acaba’lar. Sonra ‘vah’lar. Gelin hamile kalınca bin bir türlü tebrik vs derken, asla özel hayatınız olmazdı.



Şimdi bakıyorum da azizim... Erkek kıza tek taşı takıyor. Sonra istemeye gidiliyor. Hemen oracıkta nikah hariç tüm prosedürler uygulanıyor. Söz, nişan vs… Birkaç aya diğer işlemler tamamlanıyor ve süreci kına ile düğün takip ediyor; düğün salonunda nikah da aradan çıkarılıyor. Oh! Mis! İsrafa son! O kadar parayı sırf gösterişe, düğüne, derneğe, havaya saçacağına evine barkına harcıyor insanlar. Zaten şimdi evlenmek de zor. Altın fiyatları kol gibi. Sırf bu yüzden kimsenin düğününe gitmiyorum. Benimkine de kimse gelmeyecek anlaşılan. (Olursa tabii, olmazsa yırttınız, ki bu gidişle olacak gibi de görünmüyor)

Evet sevgili Muşambacılar. Bu hafta psikologum izinli olduğu için kendisini göremedim. İçimi size döktüm. Dilim, elim, kalemim sürçtüyse affola. Kendinize iyi bakın, açıkta kalan yerlerinizi streç filme sarın. Naylon sevmiyorsanız alüminyum folyo kullanın.

Öpüldünüz.

15 Şubat 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 15.02.2012


Selam Muşambacılar...

Bu hafta İstanbul’a yine kar yağıyor. Son 4 haftadır İstanbul’da her çarşamba-perşembe deli gibi kar yağıyor; hafta sonu ceremesini çekiyoruz; pazartesi-salı yarım yamalak bahar oluyor; sonra hop, bir daha kar. Döngü bu şekilde işliyor. Alıştık artık. Herhalde bu havayı Mart sonuna kadar çekeceğiz. Avrupa da epey soğukmuş. Yüzlerce kişi ölüyor sokaklarda. Doğal seleksiyon resmen. Ayıkla insanlığın taşını. Tövbe estağfurullah!

Kar yağınca yapmayı en çok sevdiğimiz şeylerden biri de kardan adam. Ben beceremem, ama sanat şaheseri yaratabilenlere hayranım. Yılların Ankaralısıyım. Yoğun kar yağan o şehirde bile bol kara rağmen kocaman bir kardan adamı becerip de yapamadım. Burnuna havuç takamadım. Burnuna mı takıyorduk yahu? Neresine takıyorduk?


Köpeğin de olur


Şimdi, bu fotoğraftaki orijinallik beni benden alıyor sevgili dostlar. Mobilya tasarımcısı arkadaşı tebrik ediyorum. Köpeğin de mobilyası var sayesinde. Alt çekmecede mama kabı, bir üst çekmecede mamaların paketi, en üst çekmecede de köpeğin tasması, giysileri falan var herhalde. Bendeki hayal gücü de La Fontaine’de yok şerefsizim. Olsaydı masal yazmakla kalmaz, romanla da taçlandırırdı edebi kariyerini. Ne diyordum? Nasıl şifonyer ama? İstemez misiniz köpeğinizin böyle bir mobilyasının olmasını?

Asteriks, beni burada arama, kapıda adımı sorma

Öpücük, çok özel bi’şey. İnsanlar arasında bir iletişim yolu. Sıvı aktarımının ötesinde (Fransız öpücüğü, Fransa’nın, 1915 Ermeni olaylarını ele alış şeklinden dolayı yasaklandı. Fransız manikürü de yasaklandı. Düz oje sürüyoruz artık) insanlar arasında duygu ve düşünce aktarımı yapıyor. Tabii, öpücüğün de çeşidi var. Azeriler, hangi öpücüğün ne anlama geldiğini açıklamışlar. Buyrunuz:


Öpücük sadece sevgililer arasında olmuyor işte. Sevdiklerimizi ve selamlaştığımız kişileri de öpüyoruz. Hele ki bizim kültürümüzde ne kadar yaygın değil mi? Mesela, misafirliğe gidersin, orada birisiyle tanışırsın, sarılıp öpüşürsün. El sıkışma yok. Eğer sadece el sıkışıp bırakırsanız darılır. Kendisinden hoşlanmadığınızı düşünür. Kırsalda bu çok yaygın. Büyük şehirlerde biraz daha resmi ilişkiler kuran insanlar, sarılıp öpüşmek, koklaşmak yerine sadece el sıkışırlarken, kırsalda koklaşmak, şapırtılı ve tükürüklü öpüşmek gerekir. Ha, bir de öpmekle yetinmeyip sarılıp iki saat sağa sola yalpalayan, lodosta kalmış tekne gibi sallananlar var. Onların nasıl bir sosyal kafası var, merak ediyorum. Çok uzun zamandır görmediğin birisiyle sarılmanı, sarılıp kalmanı anlıyorum da, henüz iki gün önce gördüğün biriyle uzun uzun sallanmak, vals yapmak neden?

Oldu da bitti maşallah!

Öpüşmek, koklaşmak derken, Sevgililer Günü’nü bu yıl da kazasız belasız atlattık ya, oh, geçmiş olsun, diyorum. Her sene böyle bir vıcık vıcık aşk, sevgi teması bangır bangır her yerde. Ve her yıl iş daha da çığrından çıkıyor. Arkadaş, neden sevgilinizi yılın bir günü anarsınız? Yılın sadece bir günü mü sevmek, aşık olmak gerekiyor? Hem ayrıca, bu günde sevdiğinden umduğunu bulamayanlar neden psikopata bağlar?

Dünya Öykü Günü’nün bu nedenle doğduğunu biliyor muydunuz? Sevgililer Günü’nden kıl kapan bir yazar, sırf karısı o gün kendisinden bir şey beklemesin, başının etini yemesin diye 14 Şubat'ı Dünya Öykü Günü ilan ettirmiş. Böylece her 14 Şubat'ta, kutlamalar dolayısıyla meşgul oluyor ve karısından sıvışabiliyormuş. Bu kadarı da gaddarca bir yaklaşım tabii. İnsan, karısından uzaklaşmak için başına iş açar mı be? İnsan olan yapmaz bunu bence.

Aşk, dön ölümden, bir sebepten girme dünyama...

Öykü ve aşk demişken… Aşk çok kötü bi’şey. Hastalık… Aman diyim hasta olmayın, üstünüzü iyi giyinin, terli terli soğuk su içmeyin. Uzun vadeli plan yapmayın. Kimseye bağlanıp kalmayın. Kendi tasmanızı sıkı tutun, dizginleri asla elden bırakmayın. Kontrolü karşı tarafa vermeyin. Kalbinizi gerekirse çelik kasada saklayın. Açıp alamasınlar. Kaynak makinasıyla bile açılamayacak sağlamlıkta bir yere koyun. Kalbiniz hep emniyette olsun, kimse çalamasın. Kalbi olmayan insan yaşayamaz. Yapmayın, yapmayın, yapmayın!

RIP Whitney

I Will Always Love You, I’m Every Woman gibi unutulmaz şarkılara sesiyle hayat veren Whitney Houston, aramızdan ayrıldı. Bir şok yaşadım duyunca. Koskoca yıldızların birer birer kayması beni çok üzüyor. Çok genç yaşta, henüz 48’inde hayat gözlerini yumdu dünyaca ünlü yıldız. Huzur içinde yatsın ve artık ünlü insanlar otel odalarında değil, evlerinde falan ölsün.

I’m Every Woman şarkısını çok severim. Biraz beni anlatıyor, diye belki. O nedenle, bu hafta Muşamba’yı bu pop klasiği ile bitiyorum.


14 Şubat 2012 Salı

BABAM BORDUM (SEVGİLİLER GÜNÜ ÖZEL)


Bu akşam sanki hiç kaymamışız gibi hissetmek istedim
En sevdiğim bord pantolonumla en sevdiğim mor termal içliğimi giydim
Güzel bir ortam dümeni hazırladım beraber aldığımız vaksları buldum
Şarap açtım bir sana bir bana iki kadeh çıkardım

Sevgilim ve dostum
Babam bordum
Arkadaşım dude’um her şeyimdin sen
Çok sisler karlar geçti üzerimizden
Özür dilerim seni çizdirdiysem
Sadece dinle hiçbir şey düşünmeden
Şimdi bunlar geldi içimden
Bu akşam seni çok vaksladım
Bağlamalarını sıkıca bağladım
Acemiliğim bile geçti, kalmadı 
Şimdi bunlar geldi içimden

Bu akşam sanki beni hiç düşürmemişsin gibi hissetmek istedim
En son tatilimizi düşündüm sezon bitmeden 20 gün önce
Dünyanın en güzel resortlarından birinde kaydık kilometrelerce
İz bıraktık şalelerde, telesiyejlerde, pistlerde

Sevgilim ve dostum
Babam bordum
Arkadaşım dude’um her şeyimdin sen
Çok sisler karlar geçti üzerimizden
Özür dilerim seni çizdirdiysem
Sadece dinle hiçbir şey düşünmeden
Şimdi bunlar geldi içimden
Bu akşam seni çok vaksladım
Bağlamalarını sıkıca bağladım
Acemiliğim bile geçti, kalmadı
şimdi bunlar geldi içimden

Bu akşam sanki hiç çizilmemişsin gibi hissetmek istedim
Uyurken bile kaydığımı görürdüm delicesine
Düşündüm durdum, sordum, anlamadım, beraber kaydığımız günleri andım
Seni son kez özledim ve bu şarkıyı yazdım