25 Ocak 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 25.01.2012


Merhaba muşambacı gençlik!

Nasıl geçti bakalım bir haftanız? Benimki fena değildi. Dağlar beni çağırıyordu; gittim, bir ziyaret ettim; pek memnun kaldılar. Ellerini öptüm, bi’ çaylarını içtim, karlarını yedim, geldim. Ayrılırken de “Rakı, şiş kebap çok güzel; yine gelecek ben.” dedim.

Ocak soğuğunu iliklerimizde hissederken, ölüm yıldönümlerinde andığımız insanların hikayeleri de ruhlarımızı üşütüyor. Ocak ayı, ne tesadüftür ki, ülkemizin birçok önemli insanının katledildiği ay. Uğur Mumcu, Gaffar Okkan, Özdemir Sabancı, Hrant Dink… Hepsi ocak ayı içerisinde öldürüldüler. Ve ocakta hayatını kaybeden başkaları da var. İsmail Cem mesela… Çok sevdiğim ve beğendiğim bir insandı. Çok zarif bir siyasetçiydi. Ama, iyiler fazla yaşamıyor işte.  Ve çok yakın zamanda kaybettiğimiz Rauf Denktaş ile Lefter Küçükandonyadis’i unutmayalım. Bu arada, komşunun da başı sağolsun, dünyaca ünlü yönetmenleri Theodoros Angelopoulos’u saçma sapan bir trafik kazasında kaybettiler.

Tüm merhumların huzur içinde uyumalarını diliyoruz.

Gelelim kendi gündemime…




Sabah haberlerde bir haber gördüm, hani ‘haberlerden haber beğen’ derler ya, öyle bi’şey. Beğenmedim orası ayrı da, günün haberiydi bence. 44 ülkede yapılan İngilizce düzeyi araştırmasında Türkiye, Avrupa sonuncusu olmuş. Dünyada da Kazakistan’dan sonra ikinci en kötü ülkeyiz. Norveç, Hollanda ve Danimarkalılar çok iyi konuşuyormuş. E, iyi de kardeşim, bu sonuca ulaşmak için 43 ülkeyi taramanız gerekmiş olabilir ama Türkiye’de araştırma yapmanıza gerek yoktu ki. Sorsanız ben söylerdim. Türkiye’ye gelen her yabancı “Ya, her şeyiniz iyi güzel de, şu dil sıkıntınız çok fena. Bir şeye ihtiyacımız olsa ilaç için halimizi anlatacak bir insan bulamıyoruz” falan diyor. En uç örnek de, Fransız bir arkadaşımın İngiliz menşeli dört harfli bir banka şubesinde, hem de İstanbul’un en turistik yeri Beyoğlu’nda, derdini İngilizce olarak anlatabileceği bir adam bulamaması. Kızın işini halledebilmek içn taaa bilmem nerdeki şubeden adam getirmek zorunda kalmışlar. O derece! Ve Türkleri de en çok şaşırtan şeylerden biri, gittikleri en sefil ülkelerde bile İngilizce bilen dilencilere rastlamış olmaları. Halimiz harap valla. Halimiz harap, içelim şarap.


Fotoğrafa bakıp konuyu ne zaman oraya bağlayacağım diye bekliyorsanız, hiç beklemeyin. Fotoğrafı geçin, habere, yazıya odaklanın. 

İt gibi içki içmek…





Biz şarap içelim iyi güzel de, bu köpeğe kim bira içirdi kardeşim? Neden böyle bi’şey yaptınız lan? Skol bira reklamı mı bu? Garibim, ne de güzel oturmuş diii mi? Patinin teki, duvara dayanmış falan. Seksi bir duruş bi’ bakıma. İyi ki hayvancığa kaş göz çizip makyaj yapmamışlar. Bir de bazı hayvanlara böyle fetiş şeyler giydirirler ya? Onu da yapmamışlar neyse ki. Zavallıcık, içmiş yamulmuş. Kim içirdiyse gelsin alsın yahu! İçince şu köpecik gibi efendice kendi kendine bir köşede sarhoşluğunu yaşayan insanlara da saygım sonsuz. Ağzınızla içiniz, kendi bedeninizle sarhoş olunuz. Lütfen başkalarını rahatsız etmeyiniz. Edenleri dürtükleyip kaçınız.

Türkçe, bildiğimiz gibi değilmiş





Şu Türkçe’yi okunduğu gibi yazmayalım, yazdığımız gibi okumayalım beyler, hanımlar. Sonra böyle Facebook köşelerinde madara oluruz. Etmen eylemen. Daha da yorum yapmam Davos’a!

Zaten ne idüğü belirsiz, afedersin





Arkadaşın yorumuna katılmamak elde değil velhasıl (elde değilse nerde o zaman?). Düşüncelerimize tercüman olmuş, kamu vicdanını rahatlatmıştır kendisi. Buna da yorum yok, zaten burada yapılmışı var.

Okunmuş pirinç, üflenmiş şiir





Bazı satırlar, bazı sözler vardır ki, okuyan aşık olur. Bu şiir de öyle olsa gerek. Eh, amca da şanslıymış hani. Ben, aşıkken beni bırakıp gidenlere ne mektuplar döşendim, adamlar tınmadı. Yazanda değil maharetin tümü, biraz da okuyanda galiba. Öküzün önünden tren geçse nasıl bir etki bırakır öküzde? Bir de aynı trenin Kızılderililerin önünden geçtiğini düşünün. Tren onlar için define demek, ganimet demek. Öküz için ise çok oturgaçlı tüttürüklü götürgeç. Olay budur abicim. İletişimde, senin gönderdiğin mesaj, karşı tarafın beynindeki kodlarla örtüşmüyorsa, o mesajı dekode edemiyo beyin. Beyin bedava da, senin yıllar evvel izlediğin Cine5 yayını gibi oluyo işte. İstediğin kadar şiir yaz, Nobel Edebiyat Ödülü al, adamın beyninin, kalbinin şifresi sana kripte edilmişse, o şifreyi çözüp de içeri giremen, gideni de döndüremen. Gün gelir anlar ne demek istediğimi nasılsa. Ben de şimdi o mektuplarımı okuyup, ne güzel yazmışım, diye kendime küçük mutlulular yaratıyorum işte. Hee, salağım, var mı?

Bu haftalık da bu kaaa. Haftaya gene görüşürük. Zate haftaya yeni bir aya giriyoruk. Bu sene 29 gün çekecek olan ay aşağıdakilerden hangisidir?

a) recep
b) şubat
c) muharrem
d) aralık

Cevabını yaz, bir boşluk bırak, adını, soyadını yaz, kopyala, aha da aşağıdaki yorum kutusuna yapıştır gitsin. Annene selam söyle.

18 Ocak 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 18.01.2012


Oh! Nihayet finallerim bitiyor. Bugün bir tane sınava giriyorum, yarın da bir sunum yapıp 4 haftalığına derslere elveda diyeceğim. İnsan kaç yaşında olursa olsun, öğrenci psikolojisine girdi mi, zeka seviyesi de ilkokula başladığı güne dönüyor resmen. Sınavlarda ter basıyor, ödevi yapmayınca korkudan altına ediyorsun, derse gidemezsen arkadaşlara sorup soruşturuyor, notlarını fotokopi çektiriyorsun. Sınavda uç, silgi vs alışverişi oluyor. Hatta, bazı hocalar bile hâlâ ilkokul tekniğiyle ders anlatıp sınav yapabiliyor. Şaşıyorsun.

Ben aslında inek bir öğrenci değilim ama şu yüksek lisansı 3 ortalama ile bitirme meselesi beni geriyor. O nedenle, bu dönem azıcık dişimi sıkıp iyi ortalama getireyim de, kalan dönemlerde sermayeden yerim, diye düşündüm. Lisansta da öyle yapmıştım. Sonra, herkes 3-3,50 arası ortalamayla mezun olurken ben 2,76 ile okul bitirdim. Ama o herkesçikler 5 ders alırken ben 7 ders alıyordum.

Lise, lisans, yüksek lisans… demek ki eğitimin özü ‘lis’miş



Lisedeyken de inek sayılmazdım, ama derslerden iyi not alacak kadar çalışırdım. 100 alamadım diye hayata küsmezdim bazı arkadaşlar gibi. Fakat, hayatın bana küstüğünü düşündüğüm zamanlar oldu her ergen gibi. Ergenlik de zor zanaat be. Keşke her ergen, Gülben Ergen gibi olsa, ama olmuyor işte. Bir de insanı zorla korolara, okul etkinliklerine 19 Mayıs çalışmalarına falan gönderirler. Bizim için eziyetti o zamanlar bu tür çalışmalara katılmak. Lakin, bilseydik ki birileri Cumhuriyet Kupası’ndaki son maçın rövanşını almak için elimizdeki tüm değerleri değersizleştirecek, durur muyduk yerimizde? Gönüllü gider, karda soğukta çalışırdık.

10 Kasım’ın sıradan bir gün olacağını, 29 Ekim törenlerinin iptal edileceğini, 19 Mayıs’ın artık stadlarda kutlanmayacağını bilseydik, ergen tribi yapıp burun kıvırmazdık hiç. Şimdi resmen, gülünecek halimize ağlıyoruz yani.

Gerekçesi soğuktan etkilenmek olan 19 Mayıs törenlerinin iptali, yalnız ve yalnız Ankara için geçerli değil. Türkiye’nin en soğuk yerlerinden birinde öğrenciler soğukta çalışsın, ama Adana’da ve İzmir’de donmasın mı? Yani, “Adana ve İzmir gibi sıcak memleketlerde devam etsin, fakat soğuk yerlerde tören yapılmasın” dense biraz daha mantıklı gelirdi de, bu karar, “Yakında 10 Kasım törenleri de sıcak çarpmalarını önlemek için iptal edilir” dedirtiyor insana.

İhale bana kaldı sevgili Asterix


Bu arada, İstanbul’a yapılacak 3. köprünün ihalesi vatandaşa kaldı. Ödediğiniz her kuruş vergi, yol, su elektrik, köprü olarak size dönecek. Siz de yol yakınken dönün bu sevdadan, işinize yakın yerde oturun ya da evinize yakın yerde iş arayın. İstanbul’a değil üç (3), beş (5) köprü de yapsan, bu sevda bitmez. Trafik sevdası, araba sevdası… İki damla yağmur yağınca hayatı felç olan bu şehirde, kar yağışıyla deprem aynı etkiyi yapıyor. Ne sevdaymış arkadaş! Sevdan bir ateş oldu bende, diyorum ve sözü Walk off the Earth’e bırakıyorum.

Artık sadece bir tanıdıksın benim için (hatta ölüsün, Allah rahmet eylesin)

Walk off the Earth diye bir grup keşfettim. Çok nefis cover yapıyorlar (bu ‘cover’a da Türkçe bir karşılık bulmak lazım aga, kavır ne la?). Birkaç şarkılarını dinledim, hepsi gerçekten inanılmaz kaliteli, ancak en çok ‘Somebody that I used to know’u sevdim. Gotye’nin şarkısını Gotye’den daha iyi söylemişler. Tek bir gitar, her şeyi çözmüş valla. Üstelik Gotye gibi kötü bir isimle değil, Walk off the Earth gibi dandik bir isimle… Dinleyin siz de beğenin. Ben Ferdi Özbeğendim.


Bugün sınav var diye canım da çok fazla yazmak istemiyor aslında. Öte yandan, yazacak çok şey var. İnanın çok şey yazmak, çok şey söylemek ister canım. Çok sinirlendiğim, hınçlandığım birden fazla insan var şu ara. Kimine olan hıncım bir süre sonra sönecek, kimine hiç geçmeyecek, biliyorum. Bir başlasam susmam, saatlerce anlatırım da içime atıyorum bu ara. Hay allah, içimizi dökelim diye blog yaptık ama kendimizi blokladıktan sonra neye yaradı? Birileri incinmesin ya da birileri durumdan vazife çıkarmasın, üstüne alınmasın diye yazamadığım şeyler var. Hıncım var ama bir yandan da o insanları incitmek istemiyorum bi bakıma. Bu nasıl bir paradoks yalebbim? İnternet böyle bişey işte. Yayınladıktan sonra ok yaydan çıkmış oluyor, bazı şeyleri geri alamıyorsun. Ben de o yüzden hiç yayınlamıyorum. Peki, yazıyor muyum? Onu da yapmıyorum.

İnternet çıktı mertlik bozuldu be baba! Eskiden günlüğümüze yazardık, kimse okumasın diye. Şimdi ise “Kimse görmeyecekse neden uğraşayım ki?” diyoruz. Yalan dünya, sen nelere kadirsin? Rabia Kadir.

Yurovijın *** end dı tvelf poyints goğz tuuuuuu


Dingiltere yurovijına Adele ile katılacakmış. Anlayacağınız, İngiltere adelelerini gösterecek bize. Triseps, biseps... Soğşıl medya da kafayı takmış, yok biz bir soytarıyla çıkacakmışız sahneye de İngiltere işi biliyormuş, falan filan. E soytarıyla katılalım işte, ne var? Zaten yurovijın son yıllarda ‘en iyi kim soytarıcak yarışması’ olmadı mı? Yeter ki Can Bonomo adlı kemçik ağızlı arkadaşımız soytarılığın hakkını versin, ciddileşmesin gittiği yerde. Yüzümüzü kara çıkarmasın. Can, Bonomo’dan geliyor artık.


End dı goldın glob goğz tuuuuuu

Ha, bir de Twitter Meltem Cumbul’u konuştu 3 gün. Altın Küre ödüllerinde çıkmış, en iyi yabancı film anonsunu yapmış. Yok kıyafeti kötüymüş de, orada ne işi varmış da, Amerikan medyası kim bu kadın, diye sormuş.

Haklısınız. Kesinlikle katılıyorum. Hollywood’dan olmadığı o kadar belli ki Cumbul’un… “Ben bu dünyaya ait değilim!” diye bağırıyordu kıyafeti ve tarzı. Orada olmayı çok istiyor olabilir, ancak ne yazık ki, saçı ve tipi çok kapıcı kılıklıydı, kıyafeti deseniz, evdeki temzilikçiye giydirmem. Çok ağır oldu ama, onlarca Hollywood yıldızı arasında, düştüğü durum aynen buydu. Yani, ‘Hollywood yıldızı’ gibi diye bir tabir var. Bir insanın ne kadar bakımlı, şık ve hoş olduğunu anlatmak için… Boşuna da değil hani. Madem sahneye çıkma fırsatını yakaladın, hakkını da vereceksin. Yok, helal olsun, oraya çıkıp sunum yapmak onun için büyük başarı olsa gerek, lafımız yok ama, Amerikan gazetelerinin diline düşmek de hoş bi’şey değil. Gerçekten de hepsi, ‘kim lan bu’ diye birbirine sormuş. İnanın, valla biz de son dakikaya kadar Meltem Cumbul’un sunuculuk yapacağını bilmiyorduk. Bize de süprik oldu.


E bu haftalık da bu kadar dostlar, yazasım yok dediğim halde gene de iyi yazdım valla. Bir de süper yazıyom ki görseniz, yalan yanlış. Sonradan 20 kere düzeltiyorum. Ehehehe: ) Bana sınavlarımda başarılar, size de kar sonrası felç olmuş hayatlarınızda sorunsuz günlük yaşamlar diliyorum.

Elinizden öperim.
NOT: Ben sizi salonda değil, balkonda seviyorum.

11 Ocak 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 11.01.2012


Merhaba sevgili muşambacılar. Bugün, daha doğrusu iki gündür biraz rahatsızım. Ya ne diye ezilip büzülüyorum ki, bayağı bir hasta olmuşum üzerinize afiyet, tadım tuzum yok. O yüzden de yazımı geç teslim edebildim (Hehe, sanki ortalıkta bir yaz işleri müdürü varmış havası vereyim, havali olur!). Kusura kalmayın yani. Stay with me.



Birkaç gündür İstanbul’da kış, kıyamet, zemheri etkili olduğundan herkesçikler hasta tabi. Bunu da yazalım bir kenara. Ortada kaldı yahu. Geçen Perşembe sevgili bacım geldi ılıman memleketlerden. “Bu ne be, geldim gelesi yağmursuz beş saniye görmedim!” diye isyan etti. Hakkaten ha, son 6 gündür yağan yağmurun miktarı bir tufan kadar sanırım. Hepsi bir günde yağsaydı, Nuh’un gemisine atlayıp giderdik artık uzak diyarlara.

Ee, siz ne yaptınız? Siz anlatın bakalım. Hep ben anlatıyorum, rahatlıyorum. Hiç de sormuyorum var mı derdiniz, sıkıntınız. Final sınavlarınız mı geldi? Evet ya, aynı dert bende de var. Çok stresliyim. Lisans öğrencileri bu kadar gerilmiyordur ama. Benim ortalamayı belli bir seviyede tutma gibi bir derdim olduğu için acayip kasıyorum valla. Umarım hepimizin dönem sonu ortalaması iyi olur, karnemiz çiçek gibi olur. Sınıfı geçersem annem bana araba alacak(!)

Bir ödev yapalım dedik, kıltüyümüz arttı.

Pazarlama Yönetimi dersimin hocası, benim Bataleon marka anahtarlıklı bellek çubuğumu (eşantiyon) görünce beni asırlık snovbordcu sandı. Dönem sonu ödevi olarak da benden bir snovbord yarışması tasarlayıp onun pazarlama planını hazırlamamı istedi. Hayda! Atilla Mayda! İnanır mısınız, iki haftadır kan ter içinde kalıyorum ödevi kotarıcam diye. Neyse, bir şeyler çıktı ortaya ama, bazı temel bilgileri toparlamak için snovbordu yalayıp yutmuş arkadaşlardan yardım istedim. “Kızım, internet derya deniz, Google ne güne duruyor?” dediğinizi duyar gibiyim. Ben de o derya denizde bilgiye boğulmamak için yardım aldım zaten. Nokta atışı yapabileceğim kaynakları buldum.

E tabi bu araştırmayı yapınca da bir sürü şey öğrendik, kıltüyümüz, pardon, kültürümüz arttı. Tam da bu esnada bir arkadaşım, Facebook duvarıma bir video yapıştırmış. Meğersem snovbordun Amerika’da 70’lerde icat edilen benzerini, bizim Karadenizli amcalar Kaçkarlar’da 1946’dan beri kullanıyormuş ve yaklaşık 400 yıldır da benzer bir eğlenceleri varmış. Aşağıdaki videoyu oturun izleyin bana inanmıyorsanız. Ama sonuçta, bugün pistlerde kullanılan modern bordun babası Burton Amca (Tim Burton değil, o Johnny Depp’in babası) olarak biliniyor ve işin kaymağını o yiyor. Bu Laz amcalar bilselerdi ki dünyanın başka yerlerinde de insanlar benzer şeyler yapıyorlar, içlerinden ticari zihiniyete sahip birisi belki patentini neyim alırdı.


Başınıza kadınlar kadar taş düşsün


Bu fotoğraf komik mi sizce? Bence değil. 21. yüzyılda hala kadınları aşağılayarak eğlenen erkekler olduğunu bilmek garip. Kadınlar artık erkekleri ciddi anlamda tehdit edecek bir güce sahipken, artık erkekler de mayışlı kız arar, bazıları sırtını karısına dayamanın dayanılmaz hafifliğini yaşarken, bu sığ şakalara gülmek nasıl bir sens of hümordur? Aklınızı mı yediniz oğlum? Açın cüzdanınızdaki resminizi, kendinize gülün!

Bu, ‘kadınlar’ diyerek aşağıladığınız ve alay ettiğiniz mahluklar, sizin anneleriniz, bacılarınız, eşleriniz, kızlarınız ulan! Unutmayın ki, sizi de bir kadın dünyaya getirdi! Hem de “Doğurursam bu zıkkım ileride benim hemcinslerimle alay eder” diye düşünmeden! Ve ne meşakkatli bir iş bir insan dünyaya getirmek, hiç düşündünüz mü? İçinde bir hayat yeşeriyor, 9 ay o canı, kendi canı pahasına içinde taşıyor ve sonra onu bin bir güçlükle dünyaya getiriyor. Bunu yapmak için ya karnını ya da afedersin apış arasını kesiyorlar kadının. Sen hala bu üstün varlıkla yok, bir para çekecek alt tarafı, 24 adımda beceremedi, diye alay ediyorsun. Sen de o zaman çocuk doğur becerebiliyorsan, ben de seni göreyim! Doğuma sen katlanmak zorunda kalsaydın, acıdan ölürdün çıtkırıldım efendi! Nohut beyinli mahluk seni! Allah senin gibileri yaratırken içine çip koymayı unutmuş. Her üretimde bazı hatalar oluyor işte, naparsın?

Bir de böyle kadınlar var

Adını ilk kez ilgili haber içinde duyduğum, yazar olduğunu iddia eden Sema Maraşlı isimli bir hemcinsimiz, kadınlara, erkeğe teslimiyet telkin etmiş. Kadından otorite olmayacağını savunan Maraşlı, “Kadınlar, okuyan kız çocuklarını bile elinde mesleğin olsun, kendine güven, eşine muhtaç olma, diye yönlendiriyor. Bu bilinçle yetişen kızların ileride evlilikleri yürümüyor. Evliliklerin psikolojiden ziyade inançla yürütülmesi gerekir” dedi.


Sayın Maraşlı, Türkiye boşanma istatistiklerine bakıp, ‘çalışan kadınların olduğu çiftler arasında boşanmalar, ev hanımlarının olduğu boşanmalardan fazladır’ sonucunu mu bulmuş, kafadan mı atmış, bilemiyoruz. Ama, kanaat önderi pozisyonunda yer alan bir kadının bu sözleri sarf etmesi ne acı! Deminden beri bizleri aşağılayan erkeklere hadlerini bildirmeye çalışıyoruz Sayın Maraşlı, ama siz o nohut beyinleri  haklı çıkarıyorsunuz.

Bi kere, artık mayışsız kızla, kentli ve belli bir kariyeri olan erkekler evlenmek istemiyor, haberiniz olsun. Yok artık öyle “Ben bilmemne markasına genel müdür oldum, annem de köyden bana helal süt emmiş kız bulsun, karım çocuk doğrusun ben bakarım” diyen erkek. Kadınların kendi ayakları üzerinde durabildiğinde daha az sorun çıkaracağını erkekler de gördü. Bütün gün evde hapsolup, akşam bütün birikmiş enerjisini kocasından çıkaran dırdırcı ve cahil kadın istemiyorlar. Öğrensin, kendini geliştirsin, erkeğin hayatını da kolaylaştırsın istiyorlar. İki laf söyleyince küssün, ağlasın, evde kendilerini derbeder ve saç baş dağınık vaziyette karşılasın istemiyorlar. Hatta, “Karım arada bir şehir dışına iş gezisine gitsin de evde tek başıma kafamı dinlesem” diyorlar. Çalışan adamın halini ancak çalışan eşi anlar, diye düşünüyorlar. Şimdi oldu mu Sayın Maraşlı?

Bu dediklerimin olması için erkeğin illaki de çok üst düzey yönetici olması gerekmiyor. Bugün artık insan gibi yaşamak için eve en az iki maaş girmesi şart. Bırakın eşleri, çalışma yaşı gelmiş çocuklar bile eve ekmek getiriyor, getirmelidir de. Üstünlüğü erkeğe teslim edeyim, o en zekimiz, o uludur, o yücedir, o çalışsın, derseniz, işte erkeği o zaman ezersiniz; erkek de o eziklikle ailesine her türlü mutsuzluğu yaşatır, yuvalar asıl o zaman dağılır. Karısına şiddet uygulayan bir baba, hapiste erkek çocuklar, dayak yemekten insanlığını kaybetmiş bir anne ve evden kaçıp kötü yola düşen kız çocukların olduğu aileler mi toplumun yapı taşı?


Dipnot olarak İngiltere'den bir haber: Facebook is cited in 33 percent of divorces in the United Kingdom. This is for the year 2011: the statistic increased from 20 percent for the year 2009. Will it be over 50 percent by 2015?


Yani, İngiltere'de 2011 yılındaki boşanmaların üçte birinin sorumlusu Facebook! 

Madem yeri geldi, şu özlü sözü de edemeden geçemeyeceğim:
Erkeğin kalbine giden yol kıçından geçer. Kıçına tekmeyi bir koyarsın, hop, hemen kalbinde baş köşedesin!

Ve bu haftayı bitirirken, insanların ölüm döşeğinde itiraf ettikleri pişmanlıklar listesi TOP 5’i paylaşmak istiyorum.

1-      Keşke başkalarının benden olmamı beklediği kişi değil, istediğim kişi olsaydım.
2-      Keşke o kadar çok çalışmasaydım.
3-      Keşke hislerimi kolayca açıklayacak cesaretim olsaydı.
4-      Keşke arkadaşlarımla daha çok görüşseydim.
5-      Keşke daha mutlu olabilmeme izin verseydim.

Karl Marx veya Can Dündar dememiş bunu, hastalarının son anlarına tanık olan deneyimli bir hemşire paylaşmış. Bence ibretlik bir paylaşım.

4 Ocak 2012 Çarşamba

MUŞAMBA 04.01.2012



Hehe 04.01.2011 yazıcam sandınız di mi? 'Eski yılı üstünden atamama sendromu' diyoruz buna. Yeni yılın ilk ayında yaşanan bu sendrom uyarınca, ‘ocak’ yazılması gereken ay genelde ‘aralık’ ve yürürlükteki sayıyla yazılması gereken yıl, bir eksik yazılır. Nedense insan, ömründen bir yıl daha geçip gitmesine ve tarihlerin eskimesine direnir. Şubat ayı geldiğinde ise yeni yıl artık yavaş yavaş eskimeye başlamış olduğundan, tarihler doğru yazılmaya başlar.

Bir de şu, “Yeni yıla girdik, kaç olduk biz şimdi?” “Bana ne oğlum! Aralık’ta da doğsan senin yaşına bir yaş eklendi şimdi, aynı yaşta olduk!” geyiği vardır ama, o arkadaşının yaşına 1 yıl eklenen şahıs, kendisinin de 1 yıl yaşlandığını hesap edemez genelde.



Eh, nihayetinde yepyeni bir yıla girdik, hadi hayırlı olsun. Birçoklarınız “Aman neyse, lanet olası 2011 gitti de kurtulduk!” diyor. Duymadım sanmayın. Öyle demeyin kız, 2011 kırılır, üzülür, size ne yaptı zavallı? Her yılın kendine has iyi yanları ve kötü yanları var. Unutulmaması gereken şey: geçip giden yılların geri gelmeyeceği. Yani, yılınız nasıl geçerse geçsin, yaşadığınız her bir anın tadını çıkarmanız lazım. Yoksa, öyle ona buna söve söve ömür geçmez. Ayrıca burası, gıcık olduğunuz her şeye sövebileceğiniz ve sövmekten küfürbaz olacağınız bir mecra değildir. Dikkatinizi sündürrüm.

Neyse, şimdi onu bunu bırakın da, bu sayıda biraz deyimlerden bahsetmek istiyorum. Tek başına söylediğinizde anlamsız gelen veya birbirinden tamamen alakasız iki kelimenin yan yana gelmesiyle oluşan bu deyimler ne ayak aga? Hadi gelin, biraz derinine, bilinçaltına inelim şu deyimlerden bazılarının.

Karasuları


Ayaklarına kara sular inmek. İnsanın ayağına neden kara sular iner? Küçükken bu deyimi duyduğumda, çamur içinde yürümüş veya kömür tozunun getirdiği yağmur suyuna basmış, ayakkabısı su geçiren insanlar gelirdi aklıma. Böylece, ayakkabının içine kara sular kaçardı veya çoraplar simsiyah olurdu. İnsanın neden yürümekten ayağına kara sular insin ki? Başka açıklaması olamazdı.

Sonra, televizyon haberlerine dikkatle kulak kesilmeye başladığım yaşlarda, Türkiye ve Yunanistan arasındaki karasuları krizini duydum. Aha, kara sular yine iş başında! Ama ne demekti ki karasuları?

Bir ülkenin, başka ülkelerin de kıyısı olduğu bir denizdeki egemenlik sahasıdır. 1982 yılında BM, ulusal karasuları sınırını azami 12 mil olarak belirlemiştir. Özel anlaşmalarla belirlenen sınırlar daha kısa tutulabilir. Yani, bu mesafe içindeki deniz, sizin oyun alanınız. Yüzün, gemiyle açılın, avlanın, dalın. Ama karasularınız dışına çıkınca uluslararası deniz kanunları geçerli. Denizde mal bulanındır.


Ege Denizi, büyüklüğü itibariyle bu 12 mil ölçüsüne elvermediğinden Türkiye ve Yunansitan arasında hep sorun çıkıyor. Kıyılardan itibaren 12 mil olan mesafeyi Yunanistan, en uçtaki adalardan itibaren, yani burnumuzun dibindeki 12 Adalar’dan itibaren ölçtüğü için, ülkemiz de “Gel de içime gir oldu olacak!” deyip komşuya sövüyor. Bu sorunu çözmek için çalmadık kapı bırakmayan Türkiye'nin ayaklarına kara sular iniyor.

Halka açılmak


Bir şirketin içi sıkılır sıkılır, derdinden şişer. Böyle durumdaki şirketler sine-i millete giderler. Yani, halka açılırlar. “Açıl bana, derdini söylemeyen dermen bulamaz.” diyen halk, o şirketi bağrına basar, derdini kendi derdi sayar ve yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Ve artık o şirket, halka açılmış şirket olur.

Keşke böyle olsa…

Halka açık şirket, hisselerinin tamamı veya bir kısmı halka arz edilmiş şirket türüdür. Bu hisseler, hisse senedi olarak borsada işlem görür. Siz de satın alabilir ve şirketin bir ortağı olabilirsiniz. Kapiş?

Benim için ise halka açılmanın bir anlamı daha var. Yine çocukluğuma gidelim. (Ulan bende de ne çocukluk varmış! Ne bilinçaltıymış be! Freud olsa beni laboratuvara hapseder, inceleye inceleye bir hal ederdi. Ne öğrendiysem çocukluğumda öğrendim, bütün anılarım çocukluğuma dair. Çocukluğumu geri verin uleyn!) 


Okula başlamadan önce anaokuluna gidiyordum. Bize oyunlar oynatırlardı. Bunlardan biri de adını hatırlamadığım, ancak nasıl oynandığını hatırlayabildiğim halka oyunuydu. “Büzül dersem büzülür, süzül dersem süzülür” deyip halka olurduk. Büzülde halka içe doğru kapanır, süzülde halka açılırdı! Açılınca, halkayı bozmadan dönerdik fırıldak gibi. Ne keyif alıyorduysak artık…

Guş


Birisi çok büyük hata yaptıysa ve affetmesi mümkün görünmüyorsa, “Ağzıyla kuş tutsa olmaz” derler. İyi de, insan niye kendini affetirmek için ağzıyla kuş tutsun ki? Kuş, ceylan falan avlamanın çok makbule geçtiği dönemlerde bu bir başarı olabilir, ama şehir insanına bu çok saçma gelmiyor mu? Hem de kuş gribinin dehşet saçtığı günümüzde, neden kuşu ağzıma alayım be? Millet o kuş giribi dalgasında, evindeki muhabbet kuşlarını bile itlaf etti. Aklınız alıyor mu kuşu ağzına almayı? Zaten kuş gibi yerinde duramayan bir hayvanı neden yakalamaya uğraşayım canım kardeşim?

Bu zamanda birine yaranacaksanız, sihirli değneğinizin olması lazım. Kırdığınız arkadaşınıza dokundurun, ne muradı varsa olsun ki sizi affetmek bir yana, peşinizden ayrılmasın. İş yerinde ölümcül hata mı yaptınız? Değneği dokundurun patrona, şirket kâr eğrisi yukarı doğru dimdik çizgi olsun! Şirketin has adamı olursunuz. Sevgilinize yamuk mu yaptınız? Dürtükleyiverin değnekle, sizin istediğiniz insana dönüşsün. Böylece bir daha size gak guk yapamaz!

Kafama en çok takılan 3 deyimi paylaştım. Bence bugünlük bu kadar yeter. İşim de var zaten. Bankalar arayıp duruyor ne zaman ödeme yapıcan diye, daha onlara cevap vericem. Siz de gıcık olduğunuz deyimler varsa aşağıdaki yorumlar kısmına yazın. Niye gıcık olduğunuzu da yazın ama. Onları da irdeleyelim. İnteraktif olalım gençler! Tek yönlü iletimle gün geçmiyo. İletişmek lazım!