27 Nisan 2011 Çarşamba

ÖSYM’YE DE SINAV GEREK


Türkiye’de, öğrencileri ve kamu sektöründe çalışmak isteyen adayları sınayan bir kurum var: Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi. Yıllardır tartışılan bir kurum. Gerek sınav sistemleri gerekse sınav oragnizasyonları bakımından ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilmiştir. Ben bildim bileli “ÖSYM’ye ne gerek var, üniversite sınavı niye var, hiç adil değil, çok saçma, her okul kendi sınavını yapsın” denir durur.

Ben de üniversite gibi, askeri lise gibi kurumlara giriş sınavının her okulun kendi sistemiyle yapılması taraftarıydım. Söz gelimi, ODTÜ Makine Mühendisliği’ne girmek isteyen öğrenci ile İstanbul Üniversitesi Amerikan Dili ve Edebiyatı’na girmek isteyen öğrenci aynı derslere çalışmadan, kendi bölümleri üzerine yoğunlaşmış sınavlara hazırlanarak elemeden geçmeliler, diye düşünüyordum. Ama bunları söylemek kolaydı tabii. Ülkenin şartları gözetilerek bir kez daha düşününce, adil olmadığını düşünüdüğümüz merkezi sistemin, bir kurumun kendi içinde yapacağı sınavdan çok daha adil olacağını söyleyebiliriz.

Bugünlerde ÖSYM’nin en çok eleştirildiği konu bu. ‘Cemaatçileri istedikleri bölümlere sokabilmek için merkezi sınavda şifreyle, yerine adam sokmayla, kopyayla, önceden cavp anahtarı vererek, hileli kitapçıkla sınava alıyorlar’ şeklinde tartışmalar var. Yani düşünsenize, bunu koskoca devletin merkezi sınav kuruluşu yapıyorsa, tek başına bir okul, kendi özerk sınavında neler yapmaz! Düz mantıkla ulaşılacak sonuç bu olmalı herlade.

Ben tabi, ne olursa olsun ‘ÖSYM iyidir, candır, öpüp başımıza koyalım’ demiyorum. Ne yazık ki ÖSYM, son 2-3 yıldır, eline yüzüne bulaştırmadan bir sınav yapamadı. Her defasında ya sorular hatalı çıkıyor, ya birileri haksız başarı elde ediyor, yok kimilerine cevap anahtarı önceden veriliyor, yok bazı kitapçıklarda basım hatası oluyor, yok efendim şifreli cevap anahtarı çıkyor ortaya vs. Artık ÖSYM’ye güvenimiz kalmadı. En son 24 Nisan’da ALES yapıldı –ki bu sınava ben de girdim- İzmir’de hatalı kitapçık krizi yaşandı.

Bundan sonra öğrencilerde ve kamu personeli adaylarında şu tedirginlik olacak: “Yahu ben şimdi X sınavına gireceğim ama acaba ne hatalar çıkacak?” Çünkü bir sınava hazırlanırken amacınız, ya barajı aşmaktır ya da en yüksek puana ulaşıp istediğiniz bölüme girmektir. Ama, durum böyle olunca, olası aksilikleri düşünür durursunuz. Çünkü, sınavda şaibe varsa, yani iptal edilecekse, bazı sorular geçersiz sayılacaksa, sizin harcadığınız onca emeğin, enerjinin ve zamanın boşa gitmesi ihtimali var. Bu da motivasyonun düşmesi ve umutsuzluk demek. Bakın, son YGS skandalından sonra üniversiteye hazırlana bir gencin ihtihar haberi geldi. Bu belirsizlik, hayatını o sınava, geleceğini üniversiteye adamış birinin dünyasını o derece karartabilir. Bununla şaka olmaz.

Ortada sadece iddialar varken kimseyi zan altında bırakmak istemem, ama gerçekten birilerini belli konumlara getirmek için onlara şifreleri cevap anahtarları falan veriliyorsa bu, binlerce günahsız, dürüst ve bileğinin hakkıyla hazırlanan, çalışan insana, tarihteki en büyük haksızlıktır ve sizin bedavadan üniversiteye veya bir kamu kuruluşuna soktuğunuz kişi güle oynaya hayatını sürdürürken, hakkını yediğiniz kişinin hayatı kararabilir. Bunun vebali günahı ödenemz!

İşte, son 2-3 yıldır şaibesiz tartışmasız bir sınav yapmayı beceremeyen ÖSYM artık her sınavda kendini de sınayacak. Gerçekten hatasız iş yapılıyor, herkese adil davranılıyorsa, bundan sonraki sınavlarda göreceğiz. Sırada ALS, TODAİE, KPDS, TUS ve YGS var. Umuyoruz ki kurum, bu sınavlarla kendini aklar. Yoksa ÖSYM’ye başkan seçme sınavı da yapılması gerekecek ki mevcut başkanın imajına bakılırsa bir din görevlisi olmak isterken, ÖSYM’nin azizliğine uğrayarak İTÜ Makine Mühendisliği’ne girmiş gibi görünüyor. Hakkında intihal yaptığına dair iddialar bulunduğunu hatırlatmama bilmem, gerek var mı?

20 Nisan 2011 Çarşamba

AYCAN TÜRK’ÜN SUÇU NE?


Hollywood dizilerine bayılıyorum. Komediyse 25 dakika, dram ya da maceraysa 40, bilemedin 50 dakika sürüyor bir bölüm. Senaryo akıcı. İzlerken sıkılmıyorsun, bir sahnede dakikalarca beklemiyorsun, olaylar hızla akıyor diye de dizi hemen bitmiyor. Olayların ardı arkası gelmiyor. 10 sezon kadar sürebiliyor bir dizi. Malzeme bol. Aynı kısır döngü üzerinden her hafta 90 dakika baymıyor izleyiciyi. Bir sezonda sıkılıp bırakmıyorsun diziyi.
Türk televizyonlarındaki yerli dizileriyse sevmiyorum. Takip edesim gelmiyor. Bütün akşamımı angaje edecek kadar vaktim yok. Bizde son birkaç yıldır moda oldu 90 dakikalık diziler. Reklamı, özeti derken üç saat ekrana hapsoluyorsun. Eski dizileri hatırlıyorum da, TRT’nin tek kanal olduğu dönemi… O zaman bu kadar uzun değildi hiçbiri. Çok sürükleyiciydi üstelik. Baymazdı. 6, 13 veya 26 bölüm sürer, efendice biterdi. Çünkü, senaryo ona göre yazılırdı. Dizinin başı yayınlanırken sonu belli olurdu.
Günümüz dizileri tam tersi. “Bir başlayalım da bakalım, Allah ne verdiyse yazarız senaryosunu. İzleyicinin tercihine göre uzatırız, kısaltırız. Baktık olmadı, yeni karakterler ve hikayeler ekler, diziyi tekdüzelikten kurtarırız” diyerek yola çıkılıyor gibi bir tablo var ortada. Bir kere, önüne gelen senaryo yazmaya başladı. Her kanalda hemen her akşam bir dizi var. Üç bölümde istenileni vermeyen dizinin dördüncü bölümü görme şansı yok. Nasılsa yeni dizi sırada bekliyor. O olmadı, sıradaki...
Bizde dizi sektörü- ki evet, hakkını yemeyelim, binlerce kişiye ekmek dağıtan koca bir sektör haline geldi- arap saçına dönmüş durumda. Yapımcılar, her ne kadar son düzenlemeyle süresi kısalsa da, reklam pastasından koca pay kapabilmek, reytingleri tavan yaptırmak için her türlü numarayı kullanmaktan çekinmiyorlar. Dizinin hangi karakteri daha çok seviliyorsa onun rolü daha fazla yazılıyor, sevilmeyenler geri çekiliyor. Oyuncunun özel hayatı kötü gidiyorsa diziden hemen şutlanıyor, senaryo icabı ya ölüyor, ya yurtdışına okumaya gönderiliyor vs.
Buradan şuna varmak istiyorum: Bizim dizileri aslında yapımcılar değil, izleyiciler yapıyor. “İzleyicinin dediğini yapmazsak reytingimiz düşer, kanal bizi yayından kaldırır” korkusuyla, izleyici ne derse ona göre gelişiyor senaryo. Yani hikayeyi yazarken aslında sonunu da yazarsınız ya, işte dizilerin senaryoları öyle olmuyor. Belki birkaç olası final tasarlanıyor ama dizi hep, izleyicinin arzu ettiği şekilde ilerliyor. Final senaristin gönlüne göre olsa bile, artık izleyici kontrolü ele geçirmiş oluyor. Zaten diziye bir devam filmi falan çekilecekse gene izleyiciye teslim o dizi.
Bütün diziler böyledir, demek haksızlık elbette. Senaristin zekasıyla süren, reyting kaygısını bir kenara bırakıp olması gerektiği gibi ilerleyen pek çok dizi de var. Ve izleyici de onları gerçekten beğeniyor. O dizilere dikkat edin, bir karakter dizide yardımcı rol ise, dizi boyunca öyle gider. İzleyici seviyor diye on bölüm sonra başrole geçmez. Ya da gıcık olduğunuz tipleme, izleyici istemedi diye durduk yere ölmez. Gıcık ola ola izlersiniz onu, ama dizinin bir yerinde cezasını çektiğini görürsünüz.
İşte, birkaç istisna dışında, izleyicinin şekillendirdiği senaryolar ve uzayıp giden süreler yüzünden yerli dizi izleyemiyorum. Bir sahneyi 15 dakika boyunca izlemeye tahammül edemiyorum. Reklam arasından sonra 5 saniye süren ve sonu gelen dizileri sevmiyorum. Dizi başlamadan önce en güzel saatte özetini izleyip, yeni bölümü uyuklaya uyuklaya izlemekten hoşlanmıyorum. Saatlerimi ekran başında harcamak tarzım değil. Yapacak daha önemli işlerim var. Yapsınlar bana 40 dakikalık az ve öz dizi, izleyeyim. Cnbc-e’nin ithal dizileri tam bana göre, baymadan, sıkmadan, üstelik beynimi ve ruhumu besleyerek ekrana bağlıyor beni, uyuşturmadan bitiriyor. Onca insan üç saatlik dizi seviyor tamam da, benim suçum ne ki adam kadına evlenme teklif etsin diye 20 hafta bekleyeyim?
Neyse ki birileri hem benim gibi izleyicileri hem de her hafta 90 dakikalık bölüm çekmekten yorgun düşen dizi emekçilerinin feryadını duydu da, yeni sezaonda dizi sürelerinin de kısalması gündeme geldi.