27 Eylül 2011 Salı

DAHA ÇILGIN BİR İSTANBUL İÇİN



İstanbul’da yaşayan milyonlarca insandan biriyim (kaç milyon olduğunu bilenimiz olduğunu sanmıyorum). Her sabah Beşiktaş’tan Levent’e seyahat ediyorum. Normal şartlarda (trafiğin şehir içi sınırlamalara uygun hızlarda aktığı şartlarda) belediye otobüsleriyle o mesafeyi kat etmek 10 dakika sürüyor. Buna duraklarda bekleme süresi de dahil. Özel aracınızla 7-8 dakika olsa gerek. Fakat, İstanbul’un trafik çilesi yüzünden bu yolu 20 dakikada, olağanüstü durumlarda 40 dakikada gidebiliyorum. O nedenle, akşamları dönerken çift vasıtaya binmek ve 15 dakika da yürümek  pahasına bile olsa raylı sistemi kullanıyorum.

Aslına bakarsanız aradaki fark 10-30 dakika, ama 10 dakika ile kıyaslayınca yolun normal süresinin 2-4 katına çıkması eziyet. Sebebi ise Zinicirlikuyu’da yaşanan kargaşa.

Zincirlikuyu denince akla mezarlık geliyor değil mi? Evet, her canlı bir gün ölümü tadacaktır, doğru. Ancak, ne yazık ki benim için Zincirlikuyu=keşmekeş. Metrobüsün aktarma noktası olması sebebiyle oradaki otobüs durakları aşırı kalabalık oluyor. Kaldırım dar ve yolcu sayısı fazla olduğundan, insanlar yolun üstünde veya birbirlerinin üstünde(!) otobüs beklemek zorunda kalıyor. Metrobüse inen merdivenlerin kalabalığında hareket etmenin imkanı yok. Metrobüse binebilmek için de cambaz olmak lazım. Onca yolcu durakta beklerken 5 dakika hiç metrobüs gelmediği oluyor, o ayrı konu zaten. Yukarıdaki otobüs duraklarına ise toplu taşım araçlarının yanaşmasının imkanı yok. Otobüsler yolun ortasında duruyor, siz de arabaların arasından geçerek biniyor veya iniyorsunuz taşıtlara. Duraklara dolmuşlar karargah kurmuş, aniden yola çıkıveriyolar ya neyse, o da ayrı bir konu. Trafik sıkışık olduğu için fazla tehlike yokmuş gibi görünüyor belki ama o karmaşanın içinde her an her şey olabilir. Gözümüz o karmaşaya alışmış olsa da…

Zincirlikuyu, konum itibariyla İstanbul’un Anadolu yakasının Avrupa yakasına kavuştuğu yer. Ayrıca, Avrupa yakasındaki  hinterlandın da şehrin iş merkeziyle buluştuğu nokta. Yani, ta Avcılar’dan gelip Maslak’taki iş bölgesine ulaşmak isteyen de, Kozyatağı’ndaki evinden gelip Levent’teki ofisine gitmek isteyen de Zincirlikuyu’dan geçmek zorunda. Böyle bir noktada, trafiğin gerçekten içinden çıkılmaz bir hal alması kaçınılmaz. Hele ki ulaşım altyapınız yeterli değilse…

Hadi trafiği anladım. O konuda yapacak bir şey yok. Peki ya, Zincirlikuyu’da, trafikle hiç alakası olmayan inşaatlara ne demeli? Şu dakika oraya gitme veya oradan geçme imkanınız varsa dikkatle bakın etrafınıza. Metrobüs-metro bağlantı tüneli inşaatı hariç, trafiğe ve İstanbul’a katkısı olacak hiçbir çalışma yok. Üstelik, dört köşenin her birinden neredeyse ikişer tane vinç dikilmiş duruyor. Harıl harıl plaza inşa etme derdindeler. Etraf koca koca bariyerlerle çevrilmiş. Yayaların yürüyebileceği bir kaldırım dahi bırakılmamış. Şantiye alanlarında konteynırlar, vinçler, toz toprak, ortalık yerde açılmış çukurlar, gürültü, görüntü kirliliği, inşaat kamyonları ve kalabalık...

Bu inşaatlar bir gün bitecek elbette, ama sadece o yaya tüneli yüzeydeki insan kalabalığını azaltmaya yardımcı olacak. Bunun haricinde, o noktadan daha çok araç geçecek, çünkü o plazalar tamamlandığında oraya daha fazla insan geliyor olacak. Ve inşaatın biri bitip biri başlayacağından, aslında inşaatlar hiç bitmeyecek. Korkarım ki Zincirlikuyu’da bina yapacak yer kalmayınca, Balmumcu’ya ve oradan aşağıya doğru Barbaros Bulvarı boyunca eski apartmanları yıkıp yerine koca koca binalar dikecekler. Çok şükür, Tat Tower yıllardır bomboş duruyor. Şehrin kalbinde iki tane hayalet öyle atıl vaziyette durup silüetini bozsa da, hizmete girmelerini hiç mi hiç istemiyorum. Yıksınlar daha iyi.

Bunlar İstanbul’un tam ortasında çektiğimiz çileler. Bir de şehrin dört bir yanında devam eden inşaatlar var. Yaşadığımız veya çalıştığımız yerlerde olmasa da hayatımızı etkiliyor, çünkü ben şehrin ana caddelerinde güpegündüz onlarca inşaat kamyonu görüyorum. Hem trafik sıkışıklığına tuz biber ekiyor hem de, kusura bakmasınlar ama, cahil şoförler sürücülerin ve yayaların hayatını tehlikeye atıyor. Buna birisi dur demeli!

Ama kim?

Hükümet İstanbul’u yeniden fethetme projesini gerçekleştirmeye kararlı. ‘Çılgın proje’ adı altında şehrin kalan son boş arazilerini de yerleşime, yeni yollara veya sanayiye açarak kenti iyice yaşanmaz hale getirecekler. İstanbul yeterince büyüyor. Hem de plansız büyüyor. Kendiliğinden büyüyor. Ona bir de büyüme hormonu vermenin kime ne gibi getirisi olacağını anlamış değilim. Birileri zengin olacak belki ama o zenginlikle ne yapacaklar? Ormanı kalmamış, suyu ve denizi tamamen kirlenmiş, havası zehirle kaplı, trafiği nedeniyle ulaşımın mümkün olmadığı bir kentte zenginliği ne yapacaksınız?

Çılgın projeler İstanbul’u daha çılgın bir yer yapar. Evet, doğru. Kentin sakinleri artık sakin olmaktan çıkıp daha çılgın olacaklar; hatta çıldıracaklar. Orası kesin. Çılgın projeden kastedilen buysa diyecek bir lafım yok. Zaten ben kararımı verdim. Bu kadar eziyeti çektiğime değecek kazanımlar elde edemezsem bu şehri terk edip İzmir’e yerleşeceğim. Hem de yakın zamanda… Nasılsa İzmir’e hiçbir hükümet yatırım yapmadığı için kent yavaş büyüyor, hatta büyümüyor da hep sakin kalıyor.

23 Eylül 2011 Cuma

DOĞRU EV YANLIŞ İLAN


En son yazımda, iş ilanlarından bazılarının ne kadar caydırıcı olduğundan bahsetmiş ve gelecek yazıda, emlak ilanlarının içler acısı haline değineceğimi yazmıştım. Sizlerle paylaştığım bu yazı, sadece bazı emlakçıları gocundurmasın lütfen. Bu yazı, dilini doğru kullanamayan herkese yazılmıştır.

Bundan 3 ay önce, Beşiktaş’ta kiralık ev aramaktaydım. Aramalarımı internette yoğunlaştırmıştım. Malum, insan çalışınca dışarı çıkıp sokak sokak ev veya emlakçı araması mümkün olmuyor. Hem internet ne işe yarıyor? Oturduğunuz yerden bilgi edinebilmeye… Ben de başladım emlak sitelerinde kriterlerime uygun ev aramaya. Çeşit çeşit ev, farklı farklı emlakçılar çıktı karşıma. Fotoğraflı ilanlara bakarak evi tahayyül etmeye, ilan metinlerini okuyarak evlerin özelliklerini anlamaya çalıştım.

Onca araştırmadan sonra edindiğim izlenim şu: Türkçe’yi bilmiyoruz. Araya emlakçı koymadan ilanı kendisi veren ev sahiplerini bir dereceye kadar anlayabilirim, ki onların da kendi dillerini bu kadar kötü kullanmalarını anlayamam aslında. Ama, emlakçıların bu konuda dikkatli olmaları gerekir. Kurumsal bir yazı o sonuçta. Yazısını kötü yazmış bir emlakçının saygı ve müşteri beklemesi düşünülemez. Zaten ev arayan kişiler, gidip görmeden bir evi iyice anlayabilmek için internetteki ilanın fotoğraf ve metinlerine muhtaç olduklarından, onlara doğru ve düzgün bilgi vermek gerekmez mi? Emkalçının da işi bu değil mi zaten?

Sözüm tüm emlakçılara değil tabi. Bazı büyük kuruluşlar son derece hassaslar ve işlerini çok iyi yapıyorlar. Fakat, bazıları var ki insan onların Türkçe’yi bilmediklerini, işlerini ciddiye almadıklarını veya her şeyi çok acele ve özensiz yaptıklarını düşünüyor. Her üç durumda da o emlakçıya karşı bir çekince oluşuyor. Ayrıca, evle ilgili anlatılmak istenen de tam olarak anlaşılamadığı için evin tutulacağı varsa da aylarca bekliyor.

Buradan, emlakçıların işlerini kötü yaptıkları sonucu çıkmasın. Öte yandan, ahkâm kesmek de istemem ama, ben emlak işine girseydim çok başarılı olurdum, diye düşünüyorum. Metinleri kuralına göre ve düzgün yazarsanız, evle ilgili biraz daha geniş detay verirseniz aslında, rakiplerinizin on adım önüne geçersiniz. Fotoğrafları da güzel ve temiz çekerseniz talibiniz çok olur. Bir de evleri temiz tutar, bakmaya gelen kiracı adayına derli toplu bir ev gösterirseniz müşteriniz eksik olmaz. Burada ev sahiplerine de biraz iş düşüyor tabi. Ha, bir de ben olsaydım, evlerin hissettirdikleriyle ilgili veya hangi kesimden kişilerin ne için kullanabileceğine dair birşeyler yazar ve duygusal pazarlama yapardım. Mesela, “Bu bahçe katı daire, yaz akşamlarında arkadaşlarıyla birlikte keyifli sohbetler yapmak isteyen çiftler için idealdir. Tabi bekarlar için de…” gibi bir cümleyle, evi bekarlar veya yeni evliler için daha çekici hale getirirdim.

Nerede okuduğumu hatırlayamasam da, İngiltere’de bir emlakçının, rakiplerinden sıyrılmak için portföyündeki evlere tamamen gerçekçi şeyler yazdığını okumuştum. Yani, daire kötüyse açık seçik yazıyor ve kirasını düşük tutuyormuş. Bu emlakçı kısa sürede çok meşhur olmuş ve sitesinin adeta müptelaları türemiş. Ve çok kısa zamanda çok fazla sayıda satış ve kiralama yapmış. Üstelik, kötü diye bahsettiği evler bile emlakçının dürüstlüğünün takdir edilmesiyle alıcı bulmuş. Yani, önemli olan ne sattığın değil, nasıl sattığınmış.

Şimdi, ne demek istediğimi örneklerle biraz daha anlaşılır hale getireyim. Fotoğraflarda üç farklı ilan görmektesiniz. Hepsinde metinler büyük harfle yazılmış. Anlaşılan, küçük harf kullanıp, gerektiğinde büyük harfi yazabilmek için ekstra tuşa basmaya üşenen yazarlar, işi garantiye almış. Ama, bu defa da metinlerde kullanılan cümleler çok kötü olmuş. Birinde hiç nokta yok. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı eserinin 100 sayfalık kısmı gibi... Nokta, virgül noksan. Diğerinde, ekler kesme işaretiyle ayrılmaktansa direk ayrı yazılmış. Sonuncusunda ise yazan kişinin sosyo-kültürel yapısına ilişkin yoğun ipuçları mevcut. Belli ki yazar, Türkçe’yi şiveyle konuşuyor ve kelimelerin nasıl yazıldığından haberi yok. Diyeceksiniz ki, ‘yanlış yazılan kelimeler Türkçe değil’. Olabilir. Mecraya iş çıkaracaksanız, nasıl yapılacağını bilmiyorsanız bile birisine danışınız. Danışmayıp kendi başınıza yaparsanız, o ev aylarca boş bekler.



Bu sadece bazı emlakçıların sorunu değil. Ne yazık ki Türkçe’yi günlük hayatında katleden bir sürü insanımız var ve bu katliam, işe de yansıyor. Pek çoğumuz iş yazışmalarında bile doğru Türkçe kullanmayı beceremiyor. Çekim ekiyle yapım ekini ayıramadığı için hangi ekleri kesme işaretiyle kullanacağını bilemeyen, bağlaçları ayrı yazamayan, noktalamadan haberi olmayan, kelimeleri yanlış yazan o kadar çok insan var ki memlekette. Bütün bunlar ilkokulda öğretiliyor ama boşuna okumuşuz demek ki 5 yıl ya da 8 yıl. Ya da demek ki üniversitede bile dilbilgisi dersi okutulması gerekiyor.

Aslında, bu yazıda, emlak (ki iktisat terimi olarak kullanıldığında emlâk yazılıyor) ilanlarını örnek vererek, ne kadar kötü bir dil kullandığımıza değinsem de, ev bile denemeyecek mekanların ev niyetine kiraya verildiğinden de bahsetmek isterdim, ama onu da ev aramaya giden sizlerin takdirine bırakıyorum.

6 Eylül 2011 Salı

ARADIĞINIZ İLANA ŞU ANDA ULAŞILAMIYOR



İşinden memnun olmayan bir arkadaşımla buluştuk geçenlerde. Deli gibi iş aradığını söyledi. Ben de nerelerden arıyorsun, diye sordum. Kariyer sitelerine ve çalışmak istediği büyük kurumlara form doldurarak başvuru yapıyormuş. Gazetelerin insan kaynakları ekine de bakıyormuş. Ama, bir türlü istediği gibi iş veya iş yeri bulamıyormuş.

İşsizlik gibi ciddi bir sorunun yaşandığı ülkemizde bir de iş veya iş yeri mi beğenmiyorsun, diye sordum kendisine. İş beğenmekle ilgisi olmadığını, onca ilan arasında, aradığı şeyin doğru iş olup olmadığını anlayamadığını söyledi. Konuyu biraz daha açmasını isteyince başladı anlatmaya ve anladım ki doğru bir özgeçmiş yazmak kadar doğru ilan vermek de doğru iş veya çalışan bulmak için birinci gereklilik.

Konuyu idrak ettikten sonra beraber kariyer sitelerine ve gazetelerdeki iş ilanlarına baktık. Sıkıntısını anlamak zor olmadı. İş arayanlara özgeçmişlerini açık, net ve mümkün olduğunca kısa yazmaları için uyarıda bulunan işverenler, nedense ilan vermek konusunda aynı özeni gösteremiyor. Birkaç firma dışında, anlaşılır ve sadece gerekli bilgiye sahip ilan bulmak çok zor.

Öncelikle, İstanbul gibi bir metropolde yaşayanlar için, iş yerinin konumu çok önemli. Firmalar, kesinlikle çalışma yerinin bulunduğu semti belirtmeli. Kimse işe geç kalmak veya evine geç dönmek istemediği gibi, işverenler de işe geç gelen vaya trafikte çektiği işkence nedeniyle her gün yorgun argın çalışan bir eleman da istemez. İşe alınacak personelin kime bağlı olarak çalışacağı, kime rapor vereceği ve altında kimlerin, kaç kişinin çalışacağı da yazılmalı. İş tanımı konusunda kesinlikle kısa ve öz olunmalı. Kafa karıştırıcı upuzun paragraflar veya alt alta sıralanmış onlarca madde hem göz korkutuyor hem de kafa karıştıryor. İşverenlere sorarım: Kısa ve net CV’leri mi incelemek kolay, yoksa uzun uzun yazılmış olanları mı?

Dolgun CV, adayın çok donanımlı veya tecrübeli olduğunun ispatı olmadığı gibi, upuzun yazılmış bir iş ilanı da o işin çok önemli bir pozisyon olduğu veya çok ileri düzeyde bir yetkinliğe sahip olmayı gerektirdiği anlamına gelmiyor.

Ayrıca, adaylarda aranan özellikler kısmında hep bir klişeler silsilesi var: analitik düşünme gücü, inisiyatif alabilme ve problemleri anında çözebilme yeteneği, esnek çalışma saatlerine uyum, seyahat engeli olmama, üniversite mezunu ve en az şu kadar yıl deneyim sahibi olma vb. Çok fazla sayıda ilanı gözden geçirdikten sonra şahsen, bu niteliklerle arananın şu olduğunu anladım: Salak olmayacaksın, söyleneni tek seferde anlayacaksın, yaptığın işin her adımında müdürüne veya patronuna her detayı sormak zorunda kalmadan cevapları kendin bulabileceksin, gerektiğinde geç saatlere vaya haftasonlarına kadar sesini çıkarmadan çalışacaksın, seni nereye gönderirsek gidebileceksin, bahane bulmayacaksın, akademik ortamlarla çalışma hayatı konusunda az da olsa bilgi sahibi olacaksın ki yaşadığın sıkıntılar karşısında işi bırakıp gitmeyeceksin. Bizi de ikide bir eleman aramak zorunda bırakmayacaksın.

Devamlı iş arayanlar artık bu klişelerin alt metnini ezbere biliyor. O nedenle, biraz daha yaratıcı olmak gerektiğini düşünüyorum. “Leb demeden leblebiyi anlayan, bir sorunla karşılaşınca kafasında anında ışık yanan, gerekirse mesai saatleri dışında da bizimle birlikte çalışabilecek, şehir dışına çıkış yasağı olmayan, diplomalı, iş hayatına en az şu kadar yıl önce atılmış” vb metinler de kullanılabilir. Böylece ilan da kendini diğerlerinden farklılaştırmış olur. Adayların sempatisini kazanan ilana eminim ki daha çok başvuru olur, ama aranan elemanı bulma şansı da artar.

İş arayanların ilanlardan sonra yakındıkları en büyük sorun ise, insan kaynakları şirketleri tarafından verilen ilanlar. “Sektörün öncülerinden olan firmamız için sekreter aranmaktadır” gibi ifadelerle başlayan bu ilanlarda, şirket adının verilmemesi, iş arayanları caydırıyor. Ne şirket adı belli, ne yeri. Bilmediğiniz bir şeye neden başvurasınız ki? Gerçekten işsizlikten ölüyor olmanız lazım. Hakikaten insan bilmek istiyor nereye gideceğini. Arkadaşım birkaç kez bu ilanlara başvurup insan kaynakları firmaları tarafından arandıktan sonra, adını bilmediği yerlere başvuru yapmaktan vazgeçmiş. Adı sanı duyulmamış, kurulma aşamasında olan veya evine dünya kadar uzak yerlere görüşmeye göndermişler kızcağızı. Hem de o ilanlara bakılırsa bütün firmalar sektöründe öncü. Ama “Görüşmeye gidiyorsun, küçücük bir ofis, içinde beş kişi çalışıyor. Vaktini harcadığınla kalıyorsun” diyor.

İş araya araya piyasanın kurdu olmuş adaylar, özgeçmiş yazma sorununu çözdüler. Sıra, klişe ilanlarla eleman arayanlarda…

Hazır elim değmişken, bir sonraki yazımda emlak ilanlarına değineceğim.