22 Mayıs 2011 Pazar

MEMNUNİYETSİZ MÜŞTERİ MEMNUNİYETİ


Nisan ayının başlarında bir pazar günü… Gennaration’u hazırlamak üzere ajansta geç saate kadar çalıştım. Saat 23 sularında, grafiker arkadaşla işimizi toparlayıp ajanstan ayrıldık. Beraber metroya bindik. Ben Taksim’den Bostancı dolmuşlarına binip eve dönmeye niyetlendim. Ancak, metro Mecidiyeköy istasyonuna geldiğinde, ajanstan geç saatte çıkınca taksiye binme hakkım olduğunu hatırlayarak fikrimi değiştirdim ve arkadaşımla vedalaştım. Mecidiyeköy’den metrobüse binecek, Söğütlüçeşme’de inip oradan eve taksiyle geçecektim.

Bir önceki gün, yani Cumartesi sabahın erken saatinde, cep telefonuma Garanti Bankası şöyle bir mesaj göndermişti: “****** numaralı paracardınız, talebiniz doğrultusunda yenilenmiştir. Yeni paracardınız en kısa sürede adresinize gönderilecektir.” Ben mesaja anlam veremedim, zira öyle bir talebim olmamıştı. Yanlışlıkla geldiğini düşünerek çok da dikkate almadım açıkçası. Zaten bir gece önce, eve gelen temizlikçiye vermek üzere para çekmiştim evin yakınındaki bir bankamatikten.

Velhasıl, pazar gecesi saat 23:30 civarı metrobüse binmeden önce, cebimde sadece 6,5 TL olduğunu hatırlayarak, Mecidiyeköy metrobüs girişindeki Garanti paramatikten para çekmeye yeltendim. Fakat, o da ne? Paramatik, ‘paracard’ımı içeri girer girmez yuttu! Bende jeton düştü tabii. Bir önceki gün gelen mesajı o zaman anladım. Ama, bankanın yeni bir kart göndermeden mevcut kartımı yutmasını anlayamadım. Bir yandan kendime kızdım. Belki de kartın kullanım süresi doldu, neden üstüne bakmadım ki dedim. Bir yandan da, yenisini göndermeden eski kartı yutan ve beni kartsız bırakan bankama kızdım. Ve gecenin o saatinde, Mediciyeköy’ün ortasında parasız ve yapayalnız kaldım. Yine de moralimi bozmadım. Akbil basıp metrobüse girdim ve hemen ev arkadaşımı aradım. Cep telefonu cevap vermedi. Evi aradım; ev cevap vermedi. Eve kadar taksiyle gidip ev arkadaşımdan para isteme ümidim çöpe gitmişti. Metrobüsten çıktım. Tekrar metroya atladım ve Taksim’den, cebimdeki son parayla Bostancı dolmuşuna bindim.

Saat 00:30 civarı Caddebostan sahil yolundaki Erenköy sapağından evime kadar yaklaşık yarım kilometrelik yolu korkudan titreyerek yürüdüm. Evet, Anadolu yakası nezihtir, güvenlidir, kimseye birşeycik olmaz ama, benim yürüdüğüm yol da o kadar karanlık ki, kesseler kimse duymaz. Tabii, ben o sokağa gelene kadar yol boyu Garanti Bankası’na sinirlendiğimden Twitter ve Facebook’ta serzenişlerimi dile getirdim ve olabilecek en kötü senaryoyu da yazıp bankaya sessizce hesap sordum: “Ey Garanti Bankası, gecenin şu saati beni o karanlık sokakta bıçaklasalar bunun vebalini nasıl ödeyeceksin? Bunun sebebi, sorumlusu, gecenin bir körü beni arasız pulsuz sokak ortasında bırakan sensin!”

Ertesi sabah işyerine gittiğimde yaptığım ilk şey, hesabımda kalan son parayı bir arkadaşımın hesabına aktarmak ve ondan nakit olarak alıp likidite sorunumu çözmek için internet şubesi hesabıma girmek oldu. Bir de ne göreyim? Hesabımda para da kalmamış. Ayrıca bana gerçekten yeni bir ‘paracard’ tanımlanmış. Öfkem, yerini şaşkınlığa bıraktı. Yani ben evvelki gece, kartımı paramatike kaptırmamış olsam da parasız kalacakmışım zaten. Her halükarda meteliksizmişim de haberim yokmuş!

Hem kartımın gitmesi hem de paramın buhar olup uçması kafamı karıştırmıştı. Durumu çözmem ve iyice anlamam gerekiyordu. Dolayısıyla, bir sonraki işim de bankayı arayıp hesap sormak oldu. Bir hışımla aradım 4440333’ü. Hesabımdaki paranın akıbetini sordum. Ayrıca, beni gecenin bir körü sokakta beş kuruşsuz ve kartsız bıraktıklarını da anlattım. Çağrı merkezi yetkilisi, hesabımdaki paranın Cuma gecesi Sirkeci şubesindeki paramatikten çekildiğini söyledi. Ben de kıza, öyle bir işlem yapmadığımı söyledim. Kızcağız hemen şüpheli işlem bildirimi yapmam için beni yönlendirdi.

Şüpheli işlem bildirimi yaparken Garanti Bankası çağrı merkezi yetkilileri bana epey yardımcı oldular ve durumu da açıkladılar. Meğer bir önceki hafta ben dahil birkaç müşterinin hesabından kendi bilgileri dışında para çekilmiş. Ama nasıl olduysa, kendileri çekmiş gibi görünüyormuş. Bu şüpheli durumu fark eden banka, tüm o müşterilerin ‘paracard’larını iptal edip, cep telefonlarına kısa mesaj göndermiş. Evet, bu açıklama beni tatmin etmişti gerçekten. Bana düşen, durumu bildiren ve genel merkeze şikayetimi açıklayan bir dilekçe yazmak olmuştu. Denileni yaptım.

Bütün bunları yaparken bir yandan da bankacı bir arkadaşımı arayıp böyle durumlarda izlenen sürecin nasıl işlediğini sordum. Bankalar, şüpheli işlemlerle ilgili dilekçeyi takibe alıp, söz konusu ATM’nin kameralarından parayı kimin çektiğini izler ve müşteriden başka biri işlem yaptıysa, parayı 10 gün içinde iade ederlermiş. Zaten benim vakamda, durum banka tarafından biliniyormuş ki kartımı anında iptal etmişler. Yani, ben bankama beni parasız bıraktığı için söylenirken aslında, bankam beni korumaya ve yeni usulsüzlüklerin gerçeklemesini önlemeye çalışıyormuş.

Dilekçemi bankaya ilettikten sonra, yeni ‘paracard’ım için adresimi bildirdim. Garanti Bankası beni aynı gün arayarak, birkaç müşterinin başına gelen durumu izah etti ve kartların iptal edildiğini, en kısa zamanda yenilerinin adresimize gönderileceğini bildirdi. Yani, ben çağrı merkezini aramasam dahi, beni arayıp bilgilendireceklermiş. O telefondan sonra, bankama teşekkür edip, bir de adamların günahını aldım diye vicdan azabı duydum.

Bankamın beni korumaya çalışmak için böyle bir girişimde bulunması beni memnun etti. Ama keşke, cumartesi sabahı bana mesaj atmak yerine arayıp bilgilendirselerdi ve kartımın ilk kullanımda yutulacağını söyleselerdi. Ben de ona göre tedbirimi alırdım. Müşteri memnuniyeti tam olurdu o zaman. Anladığım kadarıyla banka, olayın ne olduğunu tam olarak çözene kadar bizlere bilgi vermedi; kartları iptal ederek önlem almayı yeterli gördü.

Her ne kadar, beni haftasonu parasız bırakarak tam anlamıyla bir memnuniyet yaşatmasa da Garanti Bankası’nı, daha fazla mağdur olmamızı önlemek için atik davrandığından ötürü kutluyorum. Olayı kısa sürede çözerek, bilgim olmadan çekilen parayı hesabıma dört gün sonra geri yatırdığı için de teşekkür ediyorum. Benim param çok fazla olmadığı için hem ben hem banka şanslıyız ama, bu dolandırıcılığın birkaç kişinin başına geldiğini ve bankanın herkese ödeme yaptığını düşünürsek, aslında ne büyük bir zarara uğradığını da anlamak zor olmaz.

Canım bankam, o paraları cebinden ödedi, bizleri hem mağduriyetten hem de daha fazla zarar görmekten kurtardı.

15 Mayıs 2011 Pazar

EUROVISION SİZSİNİZ


Biliyorum, birçoğunuz şu Eurovision denen şarkı yarışmasını pek önemsemiyorsunuz, ama her sene bu konuda yazılır çizilir, yok şu sanatçı katılsın yok şarkımız Türkçe olsun vs. tartışmalar yaşanır ve siz de ister istemez bu konuda görüş beyan edersiniz. Ben ise bu seneki şarkımızı veya başarı(sızlığı)mızı tartışmayacağım. Konuya biraz magazinsel biraz da komple teoriksel(!) yaklaşacağım.

Çocukluğumdan beri birkaç istisna hariç tüm Eurovision şarkı yarışmalarını izledim. Sıkı bir takipçiyim. Bir Eurovision fanı mıyım? Değilim. İzlemesi keyif veriyor, ama kendimi paralamıyorum. Herhangi bir ülkeyi şiddetle desteklemiyorum. Lakin, diyebilirim ki, bu yılki yarışma, izlediğim en acayip yarışmaydı. Yarı finalinden finaline kadar acayiplikler bitmek bilmedi.

Öncelikle, bu sene şarkı kalitesi yerlerde sürünüyordu. Bizim yarı final grubundaki şarkılar içinde Live It Up en iyilerden olmasına rağmen nasıl elendiğine şaşırdım açıkçası. Bu memleket Gülseren adlı ne idüğü belirsiz bir sanatçının Rimi Rimi Ley gibi garip şarkısı ve abuk subuk şovuyla bile finale yükselirken nasıl oluyor da Live It Up gibi bir şarkıyla finale kalamıyor, orasını bilahare tartışırız. Gurbetçilerimiz Yüksek Sadakat’i pek sevemedi anlaşılan. Açıkçası, benim için de Yüksek Sadakat, melankolik şarkılar söyleyen garip bir grup. Şimdi gitsinler bana Mekke ya da Kudüs’ten kart atsınlar.  Ayrıca, karizmaları Eurovision için yetersiz. Sahnede de bunu gösterdiler. Hadi bizi geçin, diasporası sayesinde en kötü şarkısıyla bile finalde ilk 10’a giren Ermenistan nasıl finale yükselemedi, onu da anlayamadım. O da yetmedi, Dana International gibi geçmişte ülkesine birincilik getirmiş bir şarkıcıyla ve güçlü lobisiyle İsrail’in de yarı finalden çıkamaması bana sürpriz oldu.

Gelelim finale… Bu yıl trend, dik saçlı apaçi şarkıcıları sahneye çıkarmaktı sanırım. Bir de ortalığı 1990 ve daha sonrasında doğmuş çocuklar basmıştı. Bir ara TRT 23 Nisan Çocuk Şenliği’ni izliyorum sandım. İrlanda’nın çim adamları ve garip koreografisi ise bir anda kendimi Yetenek Sizsiniz Türkiye’de hissetmeme neden oldu. Galiba yarışmayı bu yıl Acun Ilıcalı organize etmiş.

Şarkı kalitesinin düşük olduğunu belirtmiştim, ama bu yıl şarkılarda esinlenme tarzı bazı acayiplikler de vardı. Onlara da değineyim en iyisi. Arnavutluk’un ve İsviçre’nin şarkıları bana çok tanıdık geldi. Hoş, bizim şarkı için de bir takım şaibeler dolaştı ortada, ama aslı astarı çıkmadı. İsveç ise Bonny M’in Rasputin şarkısının girişini aynen kullanmış. Bu yarışma hani özgün şarkı yarışmasıydı? Fakat, İsveçli çocuk o kadar sempatik ve enerjikti ki, açıkçası o araklama şarkıyla birinci olacağını bile düşündüm. Oylamanın sonuna kadar ilk sıralarda gitmesine rağmen ne yazık ki yarışmayı üçüncü tamamladılar. Ne enteresandır ki, genelde ‘mother land’ Rusya’ya 12 puan veren İsrail, şarkıcısı yarı Filistinli olan İsveç’e tam puan gönderdi.

Ha, bu arada, ülkelerin komşularına tam puan sıvamalarını burada işlemeyeceğim, ama sunucumuz Bülent Özveren’in puanlama sırasındaki isyanlarına değinmeden edemeyeceğim. Yunanistan Kıbrıs’a veya Kıbrıs Yunanistan’a 12 puan verirken; Rusya Ukrayna’ya veya Ukrayna Belarus’a 12 puan gönderirken, Moldova ile Romanya 12’şer puanı karşılıklı servis yaparken isyan eden Bülent Özveren bu sene samimi bir itirafta bulundu ve “Aynı şey Almanya ile bizim için de geçerli” dedi. Buna rağmen, bütün gece Bülent Özveren ve diğer sunucu ağabeyimiz, Azerbaycan ve Bosna-Hersek’e kim kaç puan verdi, onun çetelesini tuttular ve yüksek puan vermeyene kızdılar adeta. Çuvaldızı kendimize batıralım; ‘qardash’ Azerbaycan yarışmaya dahil oldu olalı bizim de işimiz kolaylaşmadı mı sizce. Son yıllarda 12’şer puanı karşılıklı hediye etmiyor muyuz birbirimize? Eskiden oylamalarda yalnız kalıyoruz, kimse bize puan vermiyor, diye üzülmüyor muyduk? Neden Güney Kıbrıs Yunanistan’a tam puan verince tepki gösteriyoruz ki?

Sonra bir de değişmez Eurovision manzaralarından biri, her sene illa ki eli gitarlı bir yalnız oğlanın uyuz bir şarkıyla yarışmaya katılıp oldukça iyi puan almasıdır. Bir de yine eli gitarlı bir centilmenler grubu olur ki onlar da mutlaka favori falandır. Ve yine bir yalnız kızcağız, ninni gibi bir şarkıyla prim yapar ama kazanamaz (Kazanabilse Semiha Yankı kazanırdı). Bu sene de bu manzara değişmedi anlayacağınız. Lakin, son yıllarda gelenek, bir önceki yılın birincisini taklit etmek olduğundan bu yıl şarkılar ve sahne şovları oldukça sadeydi, nitekim geçen yılın birincisi Lena, sahnede tek başınaydı, hatırlarsanız. Bu sadelik iyi oldu bana kalırsa, çünkü geçmiş yıllarda şov prim yapıyor düşüncesiyle sahne giysileri, makyajı ve koreografiler hayli abartılıyordu. Bu sene kafamızı dinledik, diyorduk ki 15. sırada sahneye çıkan Moldova tavan yapan acayipliği ve özgüveniyle beni benden aldığı gibi takdirimi de topladı. Sipsivri külahlar ve acayip şarkılarıyla tüm o vasat şarkılara meydan okudular ve eğlendirip gittiler. Ben bir ara kazanacaklar falan diye düşündüm, ama gene yanıldım.

Gelelim komşu Yunanistan’a... Kıvanç Tatlıtuğ kılıklı bir şarkıcıyla Ceza kılıklı bir repçi sahnedeydi. Ama, kim kime 'featuring' ediyordu anlayamadım. Yani esas oğlan Kıvanç mı Ceza mı belli değildi ve onlar o hip hop mu zembetiko mu olduğu belli olmayan şarkıyla finale kaldıkları gibi yarışmayı da yedinci tamamladılar, Allaam yalebbim(!) Bir zembetiko yapıyorlar sahnede, bir break dance; tam bir komedi.

Bir de Eurovision’ın birçoklarımıza garip gelen final dörtlüsü vardı ki bu sene beş oldular. EBU’nun kurucu ülkelerinden ve yarışmaya ilk yapıldığı yıldan bu yana katılan İspanya, İngiltere, Almanya ve Fransa her sene direk finale kalıyor. O yüzden de kimse onlara puan vermiyor. Çünkü, yarışmayı sonradan keşfeden ve yeni yeni dahil olan doğu Avrupa ülkeleri işi hırs yapıp birbirlerine oy verdiklerinden, kimse bu zavallıları takmıyor. İtalya bile birkaç yıl önce, puanlamadaki saçmalığı protesto ederek yarışmadan çekilmişti. Bu sene dönmüş. Tabii, direk finalde yarışmak kaydıyla... Ne yalan söyleyeyim, dönüşleri muhteşem oldu, ikinci oldular çünkü.

Gecenin bombasıysa bence bu zamana kadar yarışmayı takmıyor havalarında gelip özgüveniyle sermayeden yiyen İngiltere’ye bile yarışmayı son sıralarda tamamlamaktan gına geldiğini görmemiz oldu. “EBU’ya parayı bastırıyoruz o yüzden her sene direk finale kalıyoruz, bu şarkı yarışması da demode oldu zaten, eğlenelim” bari diyerek 8.sınıf şarkıcılarını yollayan Birleşik Krallık, Prens William’ın evlenmesi şerefine bu yıl yarışmaya dünyaca ünlü pop grubu Blue’yu göndermişti. Oldukça da iddialıydılar, ama yetmedi. Onun yerine, onlarınkine çok benzeyen şarkısıyla sahneye çıkan Azerbaycan ipi göğüsledi.

Bu yıl belli bir favori olmadığından mıdır, şarkılar vasatın altında olduğundan mıdır nedir, puanlar verilirken son 7-8 ülkeye gelinene kadar kimin birinci olacağı belli değildi. Azerbaycan son ana kadar İsveç, İrlanda ve İtalya’yla mücadele etti. (Azerbaycan'ın şarkısını da bir İsveçli'nin bestelediğini not edelim.) Bu sene finalde biz yoktuk, ama Azeri kardeşlerimiz finale kalamadığımız için bozulan moralimizi(!) fazlasıyla tamir etti. Gece boyunca Türk bayrağını elinden bırakmayan Azeri solist Nigar, tüm Avrupa’nın tepkisini çekti. Yarışmayı kazandıktan sonra şarkısını yeniden seslendirmek üzere sahneye gelirken bile bayrağımızı taşıyordu. Tüm gece Twitter’dan Avrupalı fanları takip ettim ve hepsinin aynı soruyu sorduğunu gördüm: Azeri kızın elinde Türk bayrağı ne arıyor? Ben cevap vereyim: Azerbaycan büyük ihtimal seneye bu organizasyonun altından tek başına kalkamayacak, bizden oraya hem teknik hem de maddi manevi destek gidecek. Bayrak, “İmdat! Bize yardım edin!” anlamına geliyor.

Azerbaycan’ı yürekten tebrik etsem de, aklımdaki şu komplo teoriksel soruyu bastıramıyorum: Azerbaycan’ı birinci yapabilmek için birileri kasıtlı olarak İsrail, Türkiye ve Ermenistan’ı final dışı mı bıraktı? Bu kadar sağlam oy potansiyeli olan üç ülkenin aynı anda finale kalamaması sizce tesadüf mü? Üstelik, Live It Up finalde yarışan birçok şarkıdan hakikaten çok daha iyi olmasına rağmen…

Son söz: Seneye bizi Nihat Doğan ve Pascal Nouma ikilisi temsil etsin diyenler parmak kaldırsın!

14 Mayıs 2011 Cumartesi

İNCİR ÇEKİRDEĞİNİ DOLDURMUYORUZ

Hepimiz kocaman hayatlar yaşıyoruz. Yeryüzünün atmosferindeki her bir molekülü tüketen yedi milyar insan…

Kimi zaman dünyayı kurtaran, kimi zaman savaşlar çıkaran, kimi zaman kitleleri imha eden, kimi zaman ikizleri yerle bir eden, kimi gün ağlayıp kimi gün gülen; içi kan ağlarken eğlendiren; kimi şanslı, kimi şanssız, kimi dillere destan, kimi acınası milyarlarca hayat yaşıyoruz.

O kadar büyük ki hayatlarımız, ucunu bucağını kestiremiyoruz. Biz ezelden beri vardık, kendimizi bildik bileli yaşıyorduk zaten ve öldüğümüzü de anlamadık. Bir baktık ki yokuz, yok olmuşuz. Bir incir çekirdeğini bile dolduramadan…

Hani kocaman yer kaplıyorduk başkalarının hayatında? Hani hizmet ediyorduk çalıştığımız kuruma? Hani biz bir gün işe gitmesek ajans batardı? Hani bir gün yayına çıkmasak kanal patlardı? Hani bir saat çalışmasak sınav yatardı? Hani iki gün görüşmesek sevgilimiz çatlardı? Hani bir hafta gitmesek annemiz surat yapardı? Hani o haftasonu görüşmesek kankalar kızardı? Hani çok önemliydik? Hani kocaman kocaman hayallerimiz vardı? Hani dev gibi arabalarımız vardı garajda? Hani yüz katlı gökdelenlerimiz, jetlerimiz, gemilerimiz, filolarımız, fillerimiz, adalarımız vardı?

Öldük ve bir incir çekirdeğini bile dolduramadık. Bir tören, bir tabut ve toprak yetti bizi anlatmaya. Koskoca evrende kapladığımız alan=1 nokta. Sahip olduğumuz onca şey yalan; son bulur bir kapta.

Ne kadar böbürlensek de dolduramıyoruz hayatı. Biz, kafamızın içindekilerden ibaretiz. Yazarız hiç bilmeden, konuşuruz iletişim kuramadan. Kırarız dökeriz hesap sormadan. Adam öldürürüz yargılamadan, ahkam keseriz merkep yalamadan, aşık oluruz saygı duymadan.

Neden böyle yapıyoruz? Neden kendimizi bu kadar önemsiyoruz? Bir incir çekirdeğini bile dolduramıyoruz oysa. Seviyoruz, ama sahip olamıyoruz. Dert ediyor, ama umursamıyoruz; bekliyor, ama sadık kalmıyoruz; ihanet ediyor, ama azap çekiyoruz; yakıyor, incitiyor, ama içten içe kanıyoruz oluk oluk. Hayat kayıp gidiyor elimizden, tutamıyoruz. Aciziz, sevdiklerimizi kaybetmeye engel olamıyoruz. Bağlanıyor, ama elimizde tutamıyoruz. Ümit veriyor, ama hayal kırıklığına uğratıyoruz. Büyütüyor, ama yaşatamıyoruz. Biriktiriyor ama kullanamıyoruz.

Neden yapıyoruz? Çünkü, doğuyoruz ana rahminden çıkamadan. Serpiliyoruz büyümeden. Aklımız eriyor, ama olgunlaşamıyoruz. Yaşlansak da geçmişten ders almıyoruz. Boşa gidiyor yaşanan koca ömür.

Aciziz, insan gibi aciz. Kafamızda ne varsa oyuz. Hayallerimiz de, endişelerimiz de, korkularımız da, umutlarımız da biz. Kendi kafamızın içindekilerden yaptığımız perdenin arkasından bakıyoruz hayata. O yüzden başkalarının isteklerini, düşüncelerini, sıkıntılarını anlayamıyoruz. Bizden şikayet edeni geri püskürtüyoruz körelmiş sağduyumuzla. Kendimize aynada baksak da göremiyoruz hatalarımızı. Ayna da bize o perdenin ardından bakıyor zaten. Kendimizi ya dev gibi, ya böcek kadar görüyoruz. Yakınımızdakilere sormuyoruz: Benden ne istiyorsun? Hoş, biz de zaten isteklerimizi dile getiremiyoruz.

Bomboş hayatlar yaşıyoruz doludizgin. Dünyada bir nokta kadar yer kaplarken varlık aleminde yok sayılıyoruz. Ama yakıp yıkınca, katledince, fethedince, petrole sahip olunca, okyanusları kirletince, ülkeleri dize getirince kendimizi kainatın hakimi sayıyoruz. Kendimizi bir şey sanıyoruz.

Öyle boş yaşıyoruz ki, ne kadar boş olduğunu göremiyoruz. Ölünce, bir tabuta sığıyoruz. Ölmeden göremiyoruz.

Şu koskoca evrende ne yazık ki incir çekirdeğini doldurmuyoruz.

8 Mayıs 2011 Pazar

KORKUYU YENMEK



İnsanın, çok korktuğu şeylerden korkmamaya başlaması mümkün mü?
Elbette. Yeter ki istesin…

Küçükken asansörden çok korkardım. Hatta, ödüm patlardı demek daha doğru olur. Nedenini tam bilmiyorum, ama ilk asansör anım, asansörde kalmakla ilgili. Çok panik yaptığımı, ağladığımı ve sanki oradan bir daha çıkamayacakmışız gibi hissettiğimi hatırlıyorum hayal meyal. Ama, daha öncesinde de asansörden korkuyor muydum, yoksa o olaydan sonra mı korkmaya başladım, hatırlayamıyorum.

Çok katlı binalara gitmek benim için kabus olmuştu o olaydan sonra. Bacak kadar çocuktum, karanlık binaların içinde, ailem asansörle çıkarken ben o merdivenleri kan ter içinde, ışıklar söndüğünde karanlıktan korka korka çıkardım. Eskiden sensörlü lambalar da yoktu. Otomatik ışık sönünce duvarda düğmeyi bulup yakmak gerekiyordu. Boyum da yetmiyordu çoğu zaman. Karanlıkta kaldığımı hatırlarım o yüksek binalarda.

Karanlıktan korkumu yenmek ve ailemi de yanımda hissedebilmek için onlara, ben iki kat kadar çıktıktan sonra asansöre binmelerini söylerdim. Ben üç veya dördüncü kata geldiğimde asansör önümden geçip gider, bizimkilerin sesi de katta şöyle bir yayılıp kaybolurdu. Işıklar sönmüşse asansörle yarışmaya çalışırdım ki kabin ışığından faydalanayım. Ama yetişemezdim tabii. Ve nefes nefese ulaşırdım istikamete. Evine gittiğimiz şahıs “Ay yazık sana! Sen neden merdivenlerden çıktın?” diye sorardı, annem de “Asansörden ödü patlıyor, bizimle çık diyoruz, çıkmıyor, inat ediyor” diyerek beni şikayet ederdi. Çoğu ev sahibinin “Bizim asansörlerimiz sağlam, bir şey olmaz” dediğini gün gibi hatırlıyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, eskiden asansör milletine güven olmuyordu.

Sonra bir gün çok fena bir şey oldu: İlkokul 5. sınıftaydım; babam, 7 katlı bir iş hanının son katında ofis açtı. Ben neredeyse haftada bir oraya gidiyordum. Benim için nasıl bir kabus olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek. Neyse ki binanın içi, tavandan sızan ışıkla aydınlanıyordu. Ama, ben her defasında o yedi katlık eziyeti çekiyordum. Baktım dayanılacak gibi değil. Bir gün kendime dedim ki: Aycan, yapabilirsin! Korkudan titreyerek asansöre bindim ve 1. katın düğmesine bastım. “Sadece bir kat çıkayım bari, yolu azaltmış olurum” dedim. Asma kattan geçerken nasıl terledim bilemezsiniz. (Asansörün tam o noktada kapısı olmaz ve kabin, sadece duvar görür. Kaldınızsa ayvayı yediniz demektir. Yumruklayacak kapı, kırıp çıkacak cam yoktur.) Sakinleşmek için kendi kendime konuşarak 1. kata ulaştıktan sonra yoluma yürüyerek devam ettim. Baktım bir şey olmuyor. Daha sonra asma kat yüzünden, yorulana kadar merdiven çıkıp, asansöre üst katlardan binmeyi öğrendim. Her gelişimde bir kat fazla çıkarak asansöre bindim. Gördüm ki korkmuyorum, yolun tamamını zemin kattan itibaren asansörle gitmek için cesaretimi topladım ve bir kez kendi başıma o yolu tamamlayınca artık korkmamaya başladım. İlk bir iki sefer gene de kötü bir şey olacakmış gibi hissetsem de zamanla asansöre binmek sıradan bir şey haline geldi benim için.

Artık büyüdüm ve o korkuyu çocukken yendiğim için kendimi takdir ediyorum. Olgun yaşa geldiği halde hala asansör korkusu yüzünden merdiven çıkma eziyetini çeken insanları çok iyi anlıyorum, ama benim gibi yapmalarını öneriyorum. Artık teknoloji de ilerledi. Asansörlerin çoğu daha güvenli ve akıllı; ayrıca cep telefonu var. İtfaiyeyi bile çağırabilirsiniz acil bir şey olsa.

* * *

Bu kış snowboard yapmayı öğrendim. Hayatımda daha önce hiç kış sporu yapmamıştım (Evin yakınındaki buz pateni pistine dadanmayı saymazsak.). Çok sevdiğim bir arkadaşım bana kaymayı öğretti. Kendisi çok iyi hocaymış hakikaten, yukarıda Allah var, iyi öğretti. Bir haftasonunda derse başladık, ikinci gün akşam kendi başıma kayabiliyordum. Snowboard çok zormuş ve hemen bir iki günde öğrenilemiyormuş. Ben çabuk kavramışım. Üstelik çok fazla düşülüp kalkılırmış ki ben az düşmüşüm onun dediğine göre. Tabi, arkadaşımın, satışıyla yakından ilgilendiği Bataleon marka bordun da büyük katkısı varmış bu başarıda. O kadar iyi ve esnek bir bordmuş ve tasarımı da o kadar farklıymış ki beni çok defalar düşmekten kurtarmış. Hatta, çoğu zaman sakatlanabileceğim pozisyonlarda Bataleon sayesinde düşmekten yırtmışım. (Kötü alıştım tabi, artık başka marka bordla kayamam, hatta bir ara gidip kendime bir Bataleon alacağım, siz bu yazıyı okurken almış dahi olabilirim; hem Kavacık Proshop’ta indirime de girmiş.) 

Tabii, kaymayı öğrenmekle iş bitmiyor. Kaymak için dağın tepesine çıkmanız gerekiyor. Ya telesiyeje ya da teleskiye bineceksiniz. Telesiyeje binmek bile yeterince zor benim için. Bordumu elime alıp oturuyorum; inerken kaymadan, düşmeden toparlanmaya çalışıyorum; oysa, kaymayı iyi bilenler tek ayakları bağlı biniyor telesiyeje. Ben onları görünce heyecanlanıyorum valla; nasıl korkmadan bunu yapabildiklerine şaşıyorum.

Ama, kimi yerde teleski denen alet ile yukarı çıkmaya mahkumsunuz. Yani, T-bar denen, kayakçıların sopasına düz oturduğu, bordçuların ise yan durup bacaklarının arasına aldığı alet... Ben ikinci kez dağa gittiğimde, arkadaşıma beni ona bindirmesi için ısrar ettim. Senin için erken, dediyse de dinletemedi. Peki n’oldu? Bindik. Ona tutunmamı söyledi. Ben fazla abandım, bir güzel düştük, kafamı feci çarptım, neyse ki kask vardı. Ama, çok fena başım ağrıdı. Sonra "Tamam, erkenmiş gerçekten, binmeyelim" dedim. Bu defa arkadaşım, “Olmaz, şimdi binmezsen hep korkar ve binemezsin. Öğrenmen lazım.” dedi. Zorla da olsa ikinci kez bindik. Yine ona tutundum, gene panik yaptım, dengemi kaybettim ve tekrar düştük; bu sefer bacağımı fena çarptım ve iki hafta bacağımın yarısı simsiyah gezdim. O gün T-bara tövbe ettim.

Son kez dağa kaymaya gittiğimde ise yine hoca vardı yanımda. Bu sefer hocam, “Hoca varken T-bara binmemek olmaz, bana güven” dedi ve beni bindirdi. Çünkü, ilk çıkışta ben yukarı kadar yürümüştüm. Baktım ki yürüyerek bitecek gibi değil. Gerçekten eziyet. Ve hoca sayesinde- ilk binişte çok stres yapıp titresem de- ikinci ve üçüncüde rahat rahat bindim. Hatta sonlara doğru T-bardan keyif almaya bile başladım. Şarkılar söyledim, eğlendim.

Demek ki insan, mecbur kalınca korkularını bir kenara bırakıp mecbur kaldığı şeyi yapıyor. Bir kere yapınca da “Aa, ne kadar kolaymış!” diyor. Çünkü, korkular kafamızda. Ve onları yenmek için, istemek yetiyor. T-bar korkumu yenmeye karar vermesem, yenemezdim. Asansörü de... Çünkü, aslında ortada korkacak bir şey yok. Örneğin, aslandan korkmak doğru bir harekettir, çünkü aslana kimse yaklaşamaz; yaklaşırsanız sizi parçalar. Ama, asansöre ve T-bara milyonlarca insan binerken siz binemiyorsanız, sorun sizdedir ve o sorunu çözmeniz gerekir. Başkalarının yaparken korkmadığı bir şeyi yapmak günlük hayatınızı etkileyebilir. Bungee Jumpingten korkmaktan bahsetmiyorum bakın, herkesin yaptığı ama sizin korktuğunuz şeylerden bahsediyorum. Yeter ki isteyin.

Size bu nasihatleri verirken, son korkumu nasıl yenerim diye düşünüyorum. Onu da yenince, nasıl yendiğimi paylaşmayı umuyorum.