23 Şubat 2011 Çarşamba

PATRONUN YAVRUSUNA RESİM


Dün akşam “Şeytan Marka Giyer”i izledim. Adını görünce sandım ki bir işyerinde geçen olaylarda, entrika ihtiras falan gırla gidiyor; kitabını okumadım keza. Fakat konunun entrikayla ilgisi yokmuş neyse ki. Yokmuş ama daha da kötüymüş ofiste yaşananlar.

Aslında filmin sonunda (İzlerken sürekli telefon çaldığından anlamadım mı nedir?) ana fikir olarak kabul edebileceğimiz cümleyi net bir şekilde bulamadım. Yani senaryonun belkemiği olan cümle “Parıltılı ve herkesin çalışmak istediği iş bile bırakılabilir” miydi, yoksa “Sana prestij kazandıracağını bilsen bile patronun esiri olma” mıydı, tam çıkaramadım. Galiba filmi bir daha izlemem gerekecek. Her neyse, siz de izleyin ki anlayanlar anlamayanlara anlatabilsin.

Film, vahşi kapitalizmin iş hayatımızı nasıl acımasızlaştırdığını gözler önüne seriyor. Hani geçen gün işsizlikten bahsetmiştim ya, bugün de iş sahibi olunsa bile bizi nelerin beklediğini bir irdeleyelim dedim. Çalışsanız bir türlü, çalışmasanız iki türlü. Gerçi ben size pratik bir kaç çözüm sunacağım sorunlarınızla ilgili, yükünüzü hafifleteceğim ama, her zaman yanınızda olamam ki(!)

Örneğin, siz de filmdeki gibi çok yoğun, önemli, ünlü ve son derece kaprisli birinin asistanıysanız hayatınızın tamamının ona adanması gerektiğini biliyorsunuz demektir. O işten çıkmadan çıkamaz, ondan sonra ofise gelemezsiniz. Gelirken bir şeyler almanızı istemezse tabi... İşyerinden eve döndüğünüzde de huzura ereceğinizin garantisi yok. Her an telefonunuz çalabilir ve patron sizden abuk subuk bir şey isteyebilir. Mesela filmde Mirenda (Meryl Streep), asistanından gecenin bir köründe Miami’den New York’a uçak bulmasını istiyor ama uçak seferleri iptal. Çünkü dışarda fırtına kıyamet!!!

Öte yandan, ofiste patronun her türlü anlamsız kapsine katlanmak zorundasınız. Kahvesinin rengi ona açık mı geldi? Ayvayı yediniz!! Masasında yanlış kağıt mı var? Ölün daha iyi! Hele ki randevu saatlerinden birini 10 dakika hatayla not etmişseniz, öbür tarafta yatacak yeriniz yok demektir!

Patronun böylesine kaprisli olabildiğini farz ettik madem, o halde hayal gücümüzü zorlayalım. Mesela, sabah 8’de sizi aradı. Siz de tam o sırada içinizden söylenerek hazırlanıyor, bir yandan da ayna karşısında kendinizi motive etmek için “İşimi seviyorum” alıştırması yapıyorsunuz. Patron size telefonda şöyle dedi: “Gelirken 35’e 50 iki tabaka resim kağıdı ve 36’lık yağlı pastel boya seti al gel”. Tabi alıştırmayı yarıda kesip içinizden “Böyle işe....” diye saymaya başladınız tekrar. Resim öğretmeni, patronun ilkokul 5’e giden oğluna 29 Ekim konulu resim ödevi vermiş. Yani patron, çocuğunun ödevini size yaptırmak istedi. Ortada bir de tehdit var: çocuk o resimden tam not almazsa işinizden olacaksınız. İşin ironik yanı, sizin de resim dersleriyle aranız hiçbir zaman iyi olmadı.

O halde şimdi vereceğim tavsiyeyi iyi okuyunuz efendim. Bu, işinizi ve hayatınız kurtaracak. Hemen gazete, dergi ve internetten, 29 Ekim’le ilgisi olabilecek bir takım görüntüler araştırınız. Küçük bir ipucu, bu tür konular verildiğinde resmin içine Atatürk ve Türk Bayrağı eklenirse öğrencinin konuyu anladığı düşünülür. O nedenle bu iki imgeyi unutmayın. Zaten her yerde bulursunuz.

Bulduğunuz en anlamlı resmi, dergidense renkli forokopisini, internettense renkli çıktısını alarak önünüze koyun. Atatürk resmini uygun bir yere yerleştirin, tam karşısına da Türk Bayrağını. Aman dikkat! Resmi boylamasına ikiye böldüğünüzde, bu iki imgeyi, resmin üst tarafında kalacak şekilde yerleştirmeyi unutmayın!

Şimdi diyelim ki elimizde 20x30’luk bir çalışma oluştu (fotoğraf ya da resim fark etmez). Onu fotokopi odasına götürün; fotokopiciye “Bunu bana A3’e bas.”  deyin. Bu seferki siyah beyaz olacak yalnız. Aldığınız fotokopiyi ışıklı masanın üstüne koyun. Ya da bir cam masanın altına ışık koyun. Fotokopinin üstüne resim kağıdını koyup kara kalemle aynısını çizin bakalım. Kalemi fazla bastırmayın ki boyayı ve resmi kirletmesin. Akşama kadar boyarsınız da siz onu. (Bu arada patron başka işler verirse onları da halledeceksiniz artık canım, ne yapalım! O işleri de mi ben yapayım?) Ve resmi bitmiş halde patrona verin.

Gördünüz. Zor gibi görünen bir işin daha üstesinden gelerek patronu şaşırttınız. E, siz her zorluğu aşınca, o da size daha zor şeyler yaptıracak, ama bunu siz istediniz. İşinize gelmiyorsa oradan ayrılıp işsizler ordusuna katılabilirsiniz. Silahsiz ilk ordumuzdur işsizler ordusu(!)

Bir kaç gün sonra...
Patron ofisten içeri bir hışımla girip “Ulan sen nasıl öyle güzel resim yaparsın? Çocuğun öğretmeni inanmamış onun yaptığına, 0 (sıfır) vermiş! Gözüm görmesin seni!” derse, ben tatile çıkyorum. Bir süre buralarda yokum!

15 Şubat 2011 Salı

HOLLYWOOD DİLBERLERİ İSTANBUL’DAN EV ALIYOR(MUŞ)


Ya! Nasıl da heyecanlandınız değil mi? Ben de emlak reklamlarını görünce aynı şeyi hissetmiştim ama kazın ayağı öyle değilmiş! Reklamcılıkta sınır tanımıyormuşuz meğer.

İstanbul’da gerçekleşen Formüla 1’den sonra, yeni yapılan bir sitenin gazetedeki reklamı şöyleydi: “Selma Hayek Formüla 1’den sonra ne yaptı?”

Zannedersiniz ki kadın Kurtköy’den kalktı, bu siteyi görmeye gitti de ev falan alacak! Haşa efendim! Ne münasebet! Reklamın devamını okuyunca ben de hayal kırıklığına uğradım: “Evine gitti!” Yani İstanbul’dan ayrıldı. Şimdi, Allah aşkına, ne alaka, diye düşünmediniz mi siz de? Yani bu bir sitem mi Selma hayek’e onların evlerini görmeye gelmediği için, yoksa okuyucuyla dalga mı geçiliyor? Bir sorum daha var: Selma Hayek’in adını kullandıklarından, sanatçının haberi var mı? Hoş, bunun cevabı siz sevgili okuyucalarda değil.

Her neyse, ben bu olayı unutmuştum, bu firma da unuttu sanıyordum ama dün gazeteye bir baktım bu sefer de şöyle yazmışlar: “Charlize Theron, oldu mu şimdi?”

E peki sizin yaptığınız oldu mu? İlk reklamdan idmanlı olduğum için yemedim tabi. Altında ne yazıyor diye okumayı ihmal etmedim ama. Kızcağız güneş tutulmasını Antalya’da seyretmeye gelmişti ya, taa o hikayeyi anlatıyorlarmış. Vay efendim hanım kızımız neden onların yaptığı siteye uğramamış. İnsan bir de oradaki harikaları görmeliymiş, falan fıstık.

Yahu hakikaten reklamıcılığın vardığı son nokta bu herhalde. Evet, oldukça ilgi çekiyor bu reklam. Okumadan edemiyorsunuz. Tam sayfa bir de. Kocaman fotoğraflarını koymuşlar yaptıkları evlerin. Evler de nasıl güzel. Görenler bilirler, onca emlak ilanının arasından hemen sıyrılıyor. Ama kardeşim, yüreğimizi hoplatıyorsunuz. Buna, adamın ağzına bir parmak bal çalmak denir. Biz de sanıyoruz ki Hollywood yıldızları bize komşu falan geliyor. Mazaallah, o ilanın tamamını okumayan biri sadece başlığı görüp gider oradan ev alır; sonra da “Hani Charlize Theron benim komşum olacaktı? Kandırdınız beni!” diyerek dava eder sizi. Hayır onu geçtim, Hollywood ünlüleriyle bu samimiyet nereden geliyor, anlamıyorum yani. Öte yandan tekrar belirteyim, reklamcılıkta (şimdilik) bu aşamaya geldikleri için o arkadaşları tebrik ediyorum.

Şimdi sevgili okuyucular, verdiğim bilgiler ışığında sizinle iddiaya girelim diyorum, ne dersiniz? Bence firma bir sonraki reklamında Demi Moore’u kullanıp şöyle diyecek: Kız Demi! Yatlarda tatil çok rahattı değil mi? (Bu değil mi, demi şeklinde okunacak) Sonra da altında şöyle yazacak kanımca: “Oh, sen gel çıtır sevgilinle bizim kıyılarda tatil yap, denizde yüz, güneşlen, bizim evleri görmeden de git. Vallahi bunu saymayız Demi. Ellere var da bize yok değil mi?” (Yine ‘demi’ şeklinde okuyacağız)

Evet, bahisleri görelim! Benden 100 kağıt çalışır!

2006'dan...

8 Şubat 2011 Salı

YAĞMURDA NİŞANTAŞI SOKAKLARI


Nişantaşı, İstanbul’un en sosyetik yeri olarak bilinir. Dizilere konu olan, bir ara HABİTAT toplantısına ev sahipliği yapan bu bölge (Osmanbey-Maçka-Harbiye üçgeni), bana göre ülkemizin en eli yüzü düzgün semtlerinden. Gönül isterdi ki, ülkenin tüm kalburüstü insanlarının rağbet ettiği, Hollywood ünlülerinin bile en azından şöyle bir uğradığı muhit, isminin ve şöhretinin hakkını versin. Ama nerde?

Ben Teşvikiye civarında yaşayan biri olarak bir ara işe gitmek için metroyu kullanıyordum ve Osmanbey durağından biniyordum. Ama yağmur yağdığında o yolu kullanırken tabiri caizse “kıllan”ıyorum. Canına yandığımız Nişantaşımız’ın sokaklarını hangi mühendislik harikası(!) teknolojiyle yapmışlarsa, yolun bir tarafı dere olup akıyor; diğer tarafında bir şey yok. Yani karşıdan karşıya geçmek istediğinizde ayak bileğinize kadar suya batıyorsunuz. Düşünün bir, şıkır şıkır giyinip gittiniz Nişantaşı’na. Piyasa yapacaksınız. Birden yağmur bastırdı. Yepyeni aldığınız marka ayakkabınızın canına okuyacak yollardaki su birikintileri. Ha, şükredin ki, sular çamurlu değil hiç değilse. Avcunu daldır iç, o derece temiz yani.

Bir de şemsiye krizi var kaldırımlarda. O kadar dar ki, iki kişi yan yana zor yürüyor, karşı yönden gelene yol vermek için derin kolda tek kişilik sıra (arka arkaya dizilmek) olmak gerekiyor. Bir de elinde şemsiyesiyle yürüyen insanlar oldu mu, çarpışmadan geçmenin imkanı yok. Zaten çoğunlukla o şemsiyeler aniden yağmur bastırdığı için hemencecik işportadan alınmış oluyor. Yani ucuz, canı sapında(!) olan aletler bunlar. Birisinin şemsiyesiyle çarpıştığınızda “cart” diye yırtılıveriyor. Hadi o da olmadı, İstanbul’un deli deli esen rüzgarı gerecimizi ters yüz edip bırakıyor.

Öte yandan, arabalar, sokağın kenarlarından akan derelere girmek mecburiyetindeler çünkü gidebilecekleri başka yol yok. (Şimdi anlıyorum Nişantaşı sosyetesinin neden koca koca jiplerle gezdiğini. Altı yüksek ya) Arabalar da ne yapmak zorunda kalıyor? Derelerden geçerken, kaldırımdakilere su sıçratmak! Zaten yağmurun sillesini yemişsiniz, kafanızı, gövdenizi korumuşsunuz ama şemsiye, bacaklarınız kuru tutmaya yetmemiş. Ne oluyor bir de? Arabalardan sıçrayan suyla boy abdesti alıyorsunuz! (Çok şükür)

Kısaca, yağmur yağdığında Nişantaşı-Teşvikiye civarında gezmek “bir bilgisayar oyununda olmak” haline geliyor. Amaç, Osmanbey’den eve en yüksek düzeyde ıslanarak gitmek. Oyunun başında size kupkuru giysiler ve şemsiye veriliyor. Siz su birikintilerine basarak, şemsiyeleri çarpıştırarak puan topluyorsunuz. Arada bir de arabalar su sıçratarak yanınızdan geçerse bonus alıyorsunuz. Ayağınız ne kadar derin su birikintisine girerse puanınız o kadar yükselir; şemsiyeniz eve vardığınızda delik deşik olursa ya da tamamen parçalanırsa o kadar başarılı olursunuz. Trafik yoğunluğunu da hadi opsiyonel yapalım. Yani geçen araba sayısını siz ayarlayın. Ne kadar çok araba geçerse o kadar çok bonus alırsınız.

Eve vardığınızda da “Yurdumun en medeni, en elit semti burasıysa, diğer yerleri nasıl acaba?” konulu kompozisyon yazarsınız.

5 Şubat 2011 Cumartesi

İSTANBUL BİZİ HAPSETTİ


Canı sıkılır insanın bu şehirde. Sımsıkı olur canı, kolay çıkmaz sanırsın ama ömrü de kısalır insanın bu berbat şehirde. Bırakıp gidemezsin bu suyu, bu havayı. Bu bataklık kötü alışkanlıktır. Zararlı olduğunu bilirsin ama vücut kimyan ona bağımlı hale gelmiştir, bırakamazsın. Kendini ufka bakarken dört duvar arasında hisseder, krize tutulursun. Canın her defasında daha yüksek dozda girmek ister pisliğin içine. En sonunda da altın vuruş yapar, kendini öldürürsün bu berbat şehirde. Son nefesini verirken “Yedin bitirdin beni İstanbul” diye bağırarak...

İstanbul...
Öylesine güzel bir şehir, öylesine cilveli, öylesine albenili... Köprüden ya da boğazdan geçen herkese “Gelsene” diye işaret eden bir kent... İnciler dizilmiş gerdanını öpmek için herkesin bir defa da olsa görmeye can attığı bir yeryüzü parçası... Havası, iklimi, coğrafi yapısı eşsiz. Ama ya beşeri donanımı bu canım kentin?.. İnsanı?.. Tamam, Anadolu’nun insanı saftır, temizdir, iyi niyetlidir ama, şu kentin kendine has büyüsü, insanı da kendine benzetir.

Dışarıdan bakınca eşsiz güzelliğe sahip bu sevimli toprak parçası, belki de kendisine zerk edilen bir zehir sonucu melek yüzlü şeytana dönüşmüştür, ne dersiniz? Belki de maske takıyordur İstanbul. O büyüleyici güzelliğin altında çirkin bir cadı vardır ve kendini çekici göstererek bizi tuzağa düşürüyor;  hayatını devam ettirmek için kanımızı emiyordur. Belki de İstanbul’a birisi büyü yapmıştır. Her gelen kendini kaybetsin, bir daha bulamasın diye...

Başına her ne geldiyse bu şehrin bilmiyorum, ama yüzyıllardır adına türküler, besteler, şiirler düzenlere kulak vermek gerek. Demek ki herkes hissediyor aynı büyüyü. Bu iyi bir büyü değil, inanın. Eğer İstanbul’a iyi bir büyü yapılmış olsaydı, buraya gelen herkes mutlu olurdu. Turist olarak gelmekten bahsetmiyorum. Yerleşmiş durumda olanların mutsuzluğundan bahsediyorum. Dünyanın en güzel şehrinde, dünyanın en mutsuz, keyifsiz insanları yaşıyor. Herkesin suratında üzgün bir maske var gibi. İstanbul, kendi tertiplediği maskeli baloya çağırmış sanki üzerinde ikamet edenleri. Üzerine yapışmış kanını emen parazitlerden intikam alıyor.

İstanbul’a olumlu katkılar yapanları bu kümenin dışında bıarakarak söylüyorum ki, evet, hepimiz birer parazitiz. İstanbul’un sırtına yapışmış, damarına resmen pipet sokmuş durumdayız ve kanını emiyoruz bu güzelim şehrin. El birliğiyle kıyıyoruz canına. Yerlere tükürüyor, sokaklarını deşiyor, üzerine çirkin binalar yapıyoruz. Bize direniyor şehir. Bizi harap ediyor. Bizi depresyona, yalnızlığa sürüklüyor. Biz onu kirlettikçe, denizini grileştirdikçe, derelerini bulandırdıkça, ormanlarını kazıdıkça, havasını pislettikçe, İstanbul bizi boğuyor kendi kusmuğunda. Doğanın intikamı acı olur diye öğrettiler bize okulda. Doğa da üzerine çöreklenen medeniyetten intikamını, başta o medeniyeti meydana getiren insanları aynılaştırarak alıyor. Farkında değil misiniz? Artık bunalımlarımız bile tek tip oldu.

Fukuyama doğru söylüyordu: Tarihin sonu gelmişti. İstanbul’da artık tarih yazacak boş arsa kalmadı. Tarihi içimize çekeceğimiz temiz hava kütlesi, istikbali göreceğimiz gökyüzü parçası kalmadı ki. Kendimizi hapsettik daracık sokaklardan yükselen çirkin, koca koca binaların arasına. İstanbul bizi hapsetti, üzerimize ilaç döküp bizi böcekler gibi zehirledi. Uyuşturdu. Kanını emen parazitlerle mücadele ediyor bu heybetli kent.

Unutmamamız gereken bir şey var: İstanbul bizden büyük. Hepimizden... Her birimizin toplamından da büyük. Kocaman bir medeniyet(sizlik) adası burası. Aklımızın alamayacağı kadar büyük. Kimse kendini kandırmasın bu şehri alt edeceğini, hep saf ve temiz kalacağını düşünerek.

İstanbul’un eylemleri artarak devam edecek. 

1 Şubat 2011 Salı

NEFRET ETMİYORUM



Hayat çok güzel. Yaşamak güzel. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ya da başka bir büyük şehirde yaşamak şahane! İnsan yaşama sevinciyle dolup dolup taşıyor(!)

Mesela ben yerlere tükürenlerden nefret etmiyorum. Çöpünü sağa sola savuranlara gülümsüyor, içimden “eline sağlık” diyorum. Sokakta bağıra çağıra ağzı dolusu küfredenlere “Senin o bal akan ağzını yerim” diyorum. Yağmur yağdığında su birikintisinden haşırt diye geçip sokakta yürüyenlerin üstüne su sıçratanları çok sempatik buluyorum. Yo hayır, yanılıyorsunuz. Ben şaka yapmıyorum.

Kilimini balkonundan silkeleyerek benim evime toz gübür dolduran taşralı üst kat komşumdan nefret etmiyorum. Gecenin bir körü sessiz sokağımızdan geçerken arabasındaki hoparlörleri patlatırcasına gürültü yapanlardan da nefret etmiyorum. Ben evde terlikle geziyorum ve parkelerim gıcırdıyor diye akşam 10’da kapıma dayanıp yaptığım gürültü(!) yüzünden beni azarlayan komşumdan nefret etmiyorum. Binamızın en alt katında oturan ve dört yaşındaki kart sesli kızı tüm mahalleyi ayağa kaldıran, buna rağmen kızını şımartmaya devam eden sonradan görme komşuma bayılıyorum.

İstanbul’un trafiği çok sakinmiş gibi ev büyüklüğünde arabayla gezen görmemişlerden nefret etmiyorum. Yollar babasının malıymış gibi oraya buraya Porche’sini bırakan yurdum insanından da son derece hoşnutum ayriyeten. Yaptığı yanlıştan ötürü kibarca uyarıldığında pompalı tüfekle adam öldüren kompleksli hemşehrilerimden de nefret etmiyorum. Bir gecede milyarlar harcayan “Playboy” takma adlı gençlerle, bu ülkenin bir evladı olarak gurur duyuyorum. Hele o saçları arkaya doğru jöleyle yapıştırıp gömlek yakalarını bellerine kadar açanlar yok mu… Onlara bir içim ısınıyor; vallahi de billahi de fokur fokur kaynıyorum.

Reyting uğruna televizyonları ahlaksızlık, başıbozukluk ve zevksizlikle dolduranlardan nefret etmiyorum. Şöhret uğruna ruhunu şeytana satanlardan nefret etmiyorum. Kolay yoldan para kazanmak için halkın huzurunu bozanlardan nefret etmiyorum. Bu ülkede adaleti bir takım bilinmeyen mercilerin sağlamasından gayet memnunum.

Ünlü bayanların ağız dalaşından nefret etmiyorum. Bazı kadın yazarların, kalemin kılıçtan üstün olduğunu unutup onu düdük zannetmesine kızmıyorum. Ne idüğü belirsiz insanların başımıza taç olmasından gocunmuyorum. Ciğeri beş para etmez cahillerin saf, temiz, eğitimli, donanımlı, kültürlü insanlardan daha çok kazanmasını ve itibar görmesini çok adil ve yerinde buluyorum.

Yalan söyleyenlerden, dostunu kazıklayanlardan, yetim hakkı yiyenlerden hiç mi hiç nefret etmiyorum. İnanın aklımdan geçmiyor. İyi kızlarla gezip hafif meşrepleriyle evlenen erkekleri de bağrıma basasım geliyor. Her türlü entrika, Bizans oyunu, palavraya kafası çalışan zeka küpü kadınları takdir ediyorum. Henüz kendisi birey olamadığı halde seri şekilde çocuk yapıp topluma “insan” kazandıranlara plaket vermek istiyorum.

Sokakları yaşanmaz hale, evleri korku tüneline, can ve mal güvenliğini efsaneye çeviren suçlulardan nefret etmiyorum. Geceleri pencerelerimi kapılarımı açık tutup, tüm değerli eşyalarımı ortada bırakmayı vatandaşlık görevi sayıyorum. Hırsızlar gece pencereye tırmanıp, gündüz kapımı kırıp evime girmezse “Benim neyim eksik ki?” diyorum. Yurt dışından kanun ithal ettiği için benim alaturka suç kültürümü bir türlü değiştiremeyenlerden, şehirleri Vahşi Batı’ya çevirenleri neredeyse ödüllendirenlerden nefret etmiyorum.

İşini iyi yapmayıp sadece maaş almak için mesai dolduranlara, naylon memuriyet yapıp ATM’den çalışanlara, vatandaşın sırtından vergi, harç, burç, hurç adı altında ya da başka şekilde tırtıklanan paralarla yalılar yatlar alanlara, fakir fukara aç bi’laç gezerken Halil İbrahim sofralarında iftar yemeği verenlere, seçim öncesi oyları toplayıp seçim sonrası ortadan kaybolanlara büyük hayranlık besliyorum. Ülkeyi peşin fiyatına taksitle elin gavuruna satanlara, milli sermayeye globalleri tercih edenlere, bu vatanı kanıyla canıyla inşa edenlerin kemiklerini sızlatanlara sonsuz saygı duyuyorum.

Yok yok! Aynen doğru yazdıklarım. Bir satırını bile inkar edemem. Yazdıklarımın sonuna kadar arkasında duruyorum. Her gün karşılaştığınız ve size rahatsızlık veren hatta cinnet geçirten bu gerçeklerden inanın ben nefret etmiyorum(!) Çünkü damarlarımda uzaylı kanı dolaştığına inanıyorum!