31 Mart 2011 Perşembe

BİR YUMUŞAK ŞEKER HİKAYESİ


Yıllar önceydi. Ortaokula gidiyordum. Yani 90’ların ortasına doğru… O zaman kiloyla şeker satan dükkanlar moda olmuş, mantar gibi her köşebaşına bir tane açılmıştı. “Çook şeker”, “Hoooş şeker”, “Komik şeker” gibi adlarla… Ben de her gün okul çıkışı bunlardan birinin önünden geçerdim. Adeta dadanmıştım o dükkana. Haftada en az bir kere gidip kendime 200-300 gram şeker alıyordum. O raflardaki çeşit çeşit çikolataları ve şekerleri görünce gözüm dönüyordu.

Bu şekerlemelerle, o dükkanların ortaya çıkmasından birkaç sene önce bir sinemada tanışmıştım aslında. Fakat, bunun sadece bir sinema geleneği olduğunu düşünürdüm. Filme girmeden önce birazcık şekerleme alır ve film boyunca yerdiniz. Benim gibi çocuksanız… Yetişkinseniz patlamış mısır…

Her neyse… Bu karışık “çoook” şekerlerden en sevdiğim, yumuşak olanlardı. Çünkü o zamanlar piyasada sadece iki çeşit yumuşak şeker satılıyordu. Biri ayıcıklı, diğeri kolalı... Oysa, o dükkanda yumuşak şekerden dişler; şeker kaplamalı, meyve aromalı çeşitler; solucanlar, sevimli hayvancıklar ve daha neler neler bulmak mümkündü.

Oldum olası bonbon şekeri sevmem. Bir kere, öyle saatlerce ağzımda eritmek ve kalan parçayı dişimle çiğnemek pek keyif aldığım bir şey değil. Zaten dişlerim de hassas, diş etlerim de. Ama o yumuşak şekerler yok mu?.. Keyifle çiğner, bir parçasını ağzımda eritip iyice tadına varır, sonra bir hışımla bir avuç dolusu şekeri ağzıma doldurup çiğnemeden yutardım. En çok da elma aromalı solucan şekeri vakum yapıp spagetti gibi içime çekerek yemeye bayılırdım.

Türkiye için yumuşak şeker kavramının yeni olduğu o yıllarda, benim için böyle bir keyifti işte o şekerlemeler. Ve ben de bu inanılmaz lezzeti arkadaşlarımla paylaşmaktan, “Yesenize, harika bişey!” demekten keyif duyuyordum. Herkes bu keyfi tatmalıydı. Kola ve ayıcık dışında da farklı lezzetler denemeliydi yaşıtlarım ve diğer çocuklar. Bu paylaşımımı bayramda da sürdürmek istedim çocuk aklımla.

Bir ramazan bayramında annemin memleketi olan Osmaniye’ye gidecektik. O zaman henüz il bile olmamıştı Osmaniye. Mahrumiyet bölgesiydi. Sokaktan sadece motosikletlerin ve at arabalarının geçtiği; bakkalın, kepenkle örtülen ve çuvalla erzak satılan yerler olduğu zamanlar… Bırakın yumuşak şekeri, ulusal pazarda yaygın olarak satılan ve televizyonda reklamlarını gördüğünüz şeker markalarıyla bile tanışmamıştı 80. ilimiz. Ben de çocuklar farklı bi’şeyler yesinler, benim keyif aldığım o yumuşak şekerlerin tadına onlar da varsınlar, diyerek bayram seyahatine giderken yarım kilo elmalı solucan aldım.

Annem bavula, sadece eve gelen misafire ikram edilmek üzere aldığı paket paket çikolataları yerleştiriyordu. Elimdeki paketi görünce “O ne?” diye sordu. Ben de söyledim: “Osmaniye’de kapıya gelen çocuklara hep kötü şekerler veriyorsunuz. Kim bilir, hangi bayramdan kalma. Zavallı çocuklar biraz da eğlenceli bi’şeyler yesin diye jel solucan aldım.” Annem benimle dalga geçti. “Kızım, Osmaniye’deki çocuklar ne anlasın öyle asortik şeylerden? Onlar pazardan kiloyla alınan kötü şekerlerin kapıda ikram edilmesine alışmış. Avuç avuç alıp giderler. Böyle jelibon melibon bilmezler. Sen onu kuzenlerinle ye.” dedi bana. Çok bozulmuştum ama yine de eylemimden vazgeçemezdim.

Derken, Osmaniye’ye gittik; bayram sabahı oldu; çocuklar kapıya dayandı; bizimkiler kapıyı açmak üzere yeltendi; herkesi dirsek darbesiyle ittirip ben açtım kapıyı. Çocuklar gelmişti. Bayramlaştık ve ben onlara büyük bir gururla taaa Ankara’dan getirdiğim müthiş eğlenceli ve yeni şekerlemelerden ikram ettim. Çocukların yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz. Bir bana bakıyorlar bir şekere. Bir bana bakıyorlar bir de arkama. Acaba birileri gelip şeker ikram edecek mi, diye. Ben de bir çocuklara bakıyorum bir de şekerlere... “Niye almıyorsunuz? Bunlar çok güzel şekerler, buralarda bulamazsınız.” diyorum. Her kapıdan avuçla şeker alan çocuklar hayal kırıklığına uğramış vaziyette sadece birer tane solucan şekeri tiksintiyle alıp gidiyorlar. Belki de kapıdan çıkıp gözden kaybolunca yere attılar, bilmiyorum.

Ve tabii, ilk birkaç denememin bu şekilde sonlanmasından sonra kapıya koşmaktan ve çocukları memnun edememekten yorulunca teyzeler, “Yeğenim sen kendini yorma. Biz bu kötü şekerleri boşuna mı aldık? Buranın çocukları yemez öyle alengirli şeyler.” deyip benim şeker paketinin ağzını bağladılar ve bana iade ettiler. İşin kötüsü, kuzenler de sevmedi bu solucanlı şekeri. Ve o koca paket, içinden sadece birkaç tane şeker alınmış olarak Ankara’ya döndü. Benim onu yemem birkaç gün sürdü. Bir daha da öyle artistik hareketler yapmadım zaten.

İşte benim için yumuşak şeker, bu; çocukların, ne olduğunu bilmedikleri için yemekten korktuğu şey. Belki de solucanlı değil de meyve şeklinde olanlardan götürsem daha çok ikrama geçerdi, bilmiyorum. Ama o zamanlar kimsenin bilmediği bu ürün, şimdi piyasadaki toplam şekerleme satışlarında %38 paya ulaşmış durumda. Ve eminim, şu an Osmaniye’deki çocuklar da kentte son yıllarda hızla yayılan süpermarketlerden aldıkları çeşit çeşit şekerle mutlu oluyorlar. O bayram, benim ikram ettiğim şekerin ne olduğunu anlayamayan o çocuklar da bugün kendi çocuklarına o şekerlemelerden alıyorlar.