Dünyanın hiçbir yerinde, iki yakası iki ayrı kıtada bulunan başka şehir yok. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel; boğazı, körfezi, gölü, adası, deresi, tepesi, ovası olan, hem de 8500 yıllık geçmişinin izlerini hâlâ taşıyan başka bir coğrafya parçası yok yeryüzünde. 15 milyona yaklaşan nüfusuyla nice ülkelerden daha büyük bir ekonomiye sahip, genç, dinamik, üreten, değer katan, değerlenen, büyüyen, büyüten bir dünya kenti İstanbul. Ve tüm bu özelliklerinin yanında birçok başka meziyetiyle de bir marka kent…
Dünyaca ünlü markaların ilanlarına bakın, çoğunda hangi kentlerde mağazaları olduğunu yazar. Paris, Londra, New York, Milano, İstanbul, Tokyo… İstanbul dünya ligine girmiş, küresel markaların reklamında ismiyle kendi reklamını yapıyor. Kent, bu sayede değerleniyor. Aynı zamanda, o markaya değer katıyor ismi her geçtiğinde. İstanbul artık, herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir değere sahip ve sınırların ötesinde ismi telaffuz edildiğinde saygı, hayranlık ve heyecan uyandıran bir marka. Gerçek bir marka.
Peki, bu markaya değer katan simgeler neler? Bunlardan biri, hiç kuşkusuz, Haydarpaşa Garı. Yabancıların gözünde İstanbul’u İstanbul yapan, kentin silüetine büyülü bir hava katan bir anıt; bizim için ise Anadolu’dan İstanbul’a adım atmanın, köyden kente göçün, köylülükten kentliliğe geçişin, değişimin, gelişimin, batılılaşmanın simgesi. Zarif ve göz alıcı mimarisiyle, sadece kentin değil, Türkiye’nin, hatta belki de dünyanın en güzel yapılarından biri. Benim için ise masallarda geçen, çikolatadan, şekerlemelerden yapılmış sihirli bir saray… Düşlerimde de Kül Kedisi’nin davet edilmediği balonun yapıldığı saray…
Ama bu güzelim simgenin, bu sihirli sarayın çatısı eridi ne yazık ki.
Birileri yıllarca çabalayıp bu şehri 2010 Avrupa Kültür Başkenti yaptı. Ve hâlâ birileri bu şehre Olimpiyat Oyunları gelsin, FIFA Dünya Kupası gelsin, UEFA Avrupa Kupası gelsin diye kendini paralıyor. Birileri, bu sayılan organizasyonlar kadar önemli pek çok projeyi İstanbul’a taşımayı başardı. Bu kentin marka değerine değer katan, o etkinliklerin de değerini arttıran sayısız organizasyonun altından kalktı bu İstanbul. Ama ne oldu? 2010 Avrupa Kültür Başkenti olmasıyla övündüğümüz bir süreçte, can evinden vuruldu; kentin simgelerinden Haydarpaşa Garı yandı. Ben önünden her geçişimde, şu güzelim garı masallara layık şekilde pırıl pırıl aydınlık bir renge boyayıp restore etseler diye beklerken, düşlerimdeki saray yanıverdi!
Siz, İstanbul aşıkları, kenti delicesine sevenler, bu şehri yılda birkaç defa ziyaret edenler, sokaklarında yürümekten, havasını koklamaktan bile keyif duyanlar… İçiniz çok acıdı değil mi Haydarpaşa dumanların altında, “Yardım edin, yanıyorum, eriyorum!” diye bağırırken? Elinizden bir şey gelmedi, yanışını içiniz kanayarak seyrettiniz. Ben ağladım desem? Benim için fantastik bir anlamı olan Haydarpaşa’nın yanmasını televizyondan izlerken gözyaşlarımı tutamadım. Çikolatam erimeye başlamıştı. Neyse ki, bir saate yakın süren uğraşlar sonunda, dev çikolatamın sadece üst kısmı eridi, geri kalanı hâlâ katı; ama tazyikli su ona da zarar verdi. Ancak, bence en acısı, gönlümde ve birçoklarınızın gönlünde, İstanbul’un H’si düşüverdi.
Benim için artık kentin bir harfi eksik. Yine de öyle demiyor yetkililer. “’H’ yandı, ancak tamamen değil. Şu an ‘h’ durumunda. Neyse ki çatıyla kurtardık, aslına uygun şekilde onarıp tekrar ‘H’ yapacağız.” dediler. Nafile…
Bu yangın, her ne kadar onarım yapılacak olsa da bir şeyi ortaya çıkardı: Kentin tarihinden, değerlerinden ve onun bir marka olduğundan haberimiz yok. İstanbul, zihinlerde bir marka algısı oluşturamamış. Sanki birileri kentin etiketini, garanti belgesini söküp atmaya kalkıyor. Oysa toplumun en alt tabakasından en üstüne kadar herkeste bu algı olmalı. Örneğin, yangın çıktığı sırada çatıda çalışan işçi yüksek bir bilince sahip olsa belki daha dikkatli davranacak ve o yangın hiç çıkmayacaktı. Çatıdaki tadilatla ilgili kimseler, Haydarpaşa’ya bir yer markası gözüyle bakıyor olsaydı yangın tehlikesi bile olmayacaktı. Düşünün bir: Siz Ferrari üreticisi olsanız, sattığınız araç 220 km hızla giderken cant kapağının fırlamasını ister miydiniz? Markanızın adının böyle bir skandala karışmasını göze alır mıydınız? Alamazdınız. İyi bir marka yöneticiyseniz, ürününüz çocuğunuz gibidir; ona en ufak bir zarar gelsin istemez, üzerine titrersiniz. İstanbul da bir markadır ve aynı hassasiyetle korunmalıdır. Sadece H’si değil, tüm harfleri, İ’si, S’si, B’si, Z’si, M’si; hatta X, W ve Q’su titizlikle korunmalıdır.
Son zamanlarda İstanbul’un bangır bangır reklamı yapılıyor. Belediye başkanı Dünya Belediyeler Birliği başkanı seçiliyor. İstanbul, dünyadaki 150 metropol arasında en hızlı büyüyen kent oluyor ve daha nice listede üst sıralarda yer alıyor. Yani kent, bir marka olarak dünyaya kendini kanıtlamış, ama bizlerin zihninde o konuma oturamamış belli ki. Markaya değer katan bir simgenin başına bu felaket geliyor.
Eskiden, Kül Kedisi masalını her okuduğumda veya dinlediğimde prensin sarayı olarak adı geçen yer gözümde Haydarpaşa olarak canlanırdı. Bir masala ondan daha uygun bir mekan olabilir miydi? Sindirella’nın ayakkabısı, önündeki o uzun merdivenlerde çıkıyordu ayağından. Haydarpaşa Garı, bembeyaz duvarları ve altın rengi çerçeveleriyle gün batımında kızıl renkte parlayan, dış duvarındaki dev saati gece yarısını gösterdiğinde dünya güzeli Sindirella’nın merdivenlerinden koşarak kaçtığı ve önünde balkabağından yapılma araba bekleyen, yakışıklı prensin sarayıydı. Yangın beni masaldan aldı, gerçek hayata getirdi bıraktı. İstanbul, artık H’si olmayan bir şehir benim için. Haydarpaşa’nın çatısını aslının tıpkısı şeklinde yeniden görene dek de öyle kalacak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder