Duygusal ilişkilerim hep araba olarak yansır rüyalarıma. Ben ve sevdiğim adam arabadaysak ve yol bitiyorsa, kesinlikle yakında ayrılık gelecektir. Araba durduysa ilişkide bir duraklama, bir soğuma vardır. Arabayı kim kullanıyorsa, kontrol onda demektr. Arabada bir yabancı varsa, artık yerimi başkasına bırakmanın zamanı gelmiştir. Birisi beni arabasında ön koltuğa, eski sevgilisini arka koltuğa oturtuyorsa, istediği kişi benim demektir. Bunun gibi bir sürü izdüşüm ve yorum…
Rüyalar geçmişin bir yeniden yorumu mu, bilinçaltının sibobu mu, yoksa gelecekten haber veren birer imgelem mi, bunu çok derin ve farklı boyutlarda tartışırız. Fakat ben, bugüne kadar gördüğüm rüyalardan edindiğim deneyimle ancak bu sonuca varabiliyorum. Zaten genelde de bu araba rüyalarını, bir ilişkinin başında ya da sonunda görüyorum. İlişkiyi bitirmeyi kafama koyduysam veya terk edileceğimi hissediyorsam görüyorum yani. İşin içine yine bilinçaltı karışıyor sonuçta. Ya da o rüya beni yönlendiriyor belki.
Şimdi, şöyle bir geri sarınca filmi, ilişkilerin yolculuktan farksız olduğunu anlayabiliyorum. Dolayısıyla, rüyalara da bu şekilde yansıması şaşırtıcı değil. Aynı arabaya binip bir yolculuğa çıkıyoruz sevgilimizle. Arabayı kim kullanıyorsa, o yönetiyor ilişkiyi. İyi sürücüyse, hedefinize sağsalim ulaştırır, acemiyse kaza yaptırır, kötü sürücüyse can güvenliğiniz tehlikeye girer, yolculuk yorar, yolun bir yerinde inmek istersiniz. Sürücü siz değilseniz, arabayı kullanan sizseniz, bunlar yine sizin başınıza gelir, ama yarı yolda inen siz olmazsınız.
Kimi ilişkide kontrolü karşı tarafa bırakırız. Belki arabayı biz yapmışızdır ama anahtarı karşı tarafa verir ve “Hadi sür!” deriz. Belki arabamıza binmek istemiyordu da onu ikna edebilmek için direksiyonu ona emanet ettik. Fakat, ne olur biliyor musunuz? Araba çetin yollardan geçtiğinde, sürücü arabaya güvenmediğinde veya yolcunun onu yalnız bırakmasından korktuğunda, kontağı kapatıp arabadan iner veya karayolunda belli bir istikamete doğru giderken fikir değiştirebilir ve kenara çekip size durumu anlattıktan sonra sizden inmenizi isteyebilir. Siz, inmem derseniz, anahtarı size verir ve o inip yoluna devam eder. Ama yalnız başına yürüyerek, ama otostop çekerek, ama bir otobüse binerek… Bazen de ikinize birden cazip gelecek iki farklı istikamete giden bir yol ayrımında durdurursunuz arabayı. Birbirinizi ikna etmeye çalışır, aynı yola gitme isteğinde buluşamazsanız, arabayı orada bırakıp ikiniz de birer otobüse binip ilerlersiniz ayrı hedeflere.
Çok nadiren de olsa otoyolda giderken son sürat, birden bire sizi arabadan atabilir sevdiğiniz, güvendiğiniz insan. Neye uğradığınızı şaşırırsınız. Birisini bu şekilde ölüme terk etmek, ancak katillerin veya kötü niyetli kişilerin yapacağı bir şeydir çünkü. Tek kelime edilmeden, hareket halindeki bir araçtan, tüm koşulların elverişli olduğu otobanda son sürat giden arabadan atılmak… Hem şaşkınlıktan hem korkudan hem de yaralarınızdan büzüşüp kalırsınız. Bir süre ana karnındaki cenin gibi beklersiniz. İnsanın tehlike anında kendini korumaya alma içgüdüsü bunu yaptırır. Öğrenilmiş bir şey değildir, DNA’nızda vardır bu.
Olayın şokunu atlatınca, koskoca otobanda yapayalnız kaldığınızı anlayınca, içinizi bir korku kaplar, bir de cevabını bilmediğiniz ve sizi için için kemirecek bir soru: Neden? Araba sapasağlamdı, yol iyiydi, aynı istikamete gidiyorduk, karnımızı doyurmuştuk, ihtiyaçlarımızı gidermiştik, yolculuk güvenliğini tehlikeye atacak davranışlarda bulunmamıştık, benzin deposu doluydu, araba sağlamdı, araba sağlamdı, araba benimdi üstelik. Neden? Bir süre, arabanın geri gelmesini ve sürücünün sizi attığı yerden almasını beklersiniz. Bir hata yapmıştır, şakadır, kafası karışıktır, beni denemiştir deyip onu haklı çıkarmaya uğraşır durursunuz. Beklersiniz, beklersiniz, beklersiniz…
Aradan saatler geçmiş, gece çökmüş, gelen giden yok. Pek çok araç geçer yoldan, ama hiçbiri sizi görmez, hiçbiri sizin için durmaz. Herkesin ulaşmak istediği belli bir istikamet vardır. Siz yavaş yavaş yürümeye başlarsınız, çünkü artık karanlık ve soğuk, beklemenize engel olmaya başlamıştır. Kafanızın içinde sizi arabadan atan sürücüyü haklı çıkaran mazeretlerin yerini, kendinizi haksız çıkaracak ve olayın sorumluluğunu size atacak açıklamalar almaya başlar. Çünkü, hiçbir canlı suçsuz yere böyle bir kötülüğe maruz kalmayı benliğine anlatamaz. Mutlaka bir hata yapmışsınızdır canım, tanrı sizi unutmadı ya? Stockholm Sendromu başlar ve celladınıza sempati duyarsınız. Işıkları takip ederek karayoluna çıkan sapağa kadar yürümeyi başarırsınız. Kırıklarınız sızlarken topallayarak yürüdüğünüz o yol öyle uzun gelir ki, kanayan yaralarınızın acısını hissetmezsiniz kalbinizin acısından. Terk edilmek her canlıya aynı acıyı verir. Kalp ağrırken kırıklar ve yaralar utanır acımaya, ağrımaya. Kalbiniz acırken, umrunuzda olmaz kan kaybı. Kalp atmazsa, pompalayacak kan da olmaz ne de olsa. Kalp durursa, onu taşıyacak kemiğe ve bedene de ihtiyaç kalmaz nasıl olsa.
Sapaktan karayoluna dönmeden önce, son bir kez bakarsınız gelen giden var mı diye. Yok. Topallama, sürünmeye dönüşür takat kalmayınca, kırıklar yer çekimine karşı koyamaz. Binbir güçlükle, sürünerek karayoluna ulaşırsınız. Burada, sizi en yakın hastaneye taşıyacak bir araç bulursunuz kendi imkanlarınızla. Araç sürücüleri sizi severse ve insanlıktan nasiplerini almışlarsa hastaneye kadar size eşlik de ederler, kapının önünde bırakıp gitmezler. Kırıklarınız alçıya alınıncaya, yaralarınıza pansuman yapılıp durumunuz stabil hale gelinceye kadar başınızda beklerler de. Taburcu olurken de yanınızda dururlar.
İyileşince çıkarsınız oradan. Kendi başınıza yürüyebilecek ve ilk otobüsle evinize dönebilecek kadar güçlenmişsinizdir. Hatta, otostop çekip boş bir arabaya binecek kadar… Tabi, aklınızdaki o soru hala cevabını bulmamıştır: Neden? Bilemediğiniz için kimseye de diyemezsiniz başınıza geleni. Hiç öğrenemeyeceğinizi de bilirsiniz artık o saatten sonra. Birden kafanıza bazı şeyler dank eder ve neden arabadan atıldığınızı değil ama o arabanın nereye gittiğini anlarsınız:
Cehennemin dibine!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder